, , , ,

Aylık Rapor | Ocak 2020


Yenilenmiş bir aylık rapor yazısıyla herkese merhaba! Geçen seneden beri bu yenilemeyi gerçekleştirmek aklımdaydı, son birkaç aydır da tasarımı değiştirip geri dönmeye çalışıyordum. Yeni yıl, yeni başlangıçlar diyerek ocakta yeni tasarımla bu sefer tam olarak geri döndüm 😏

Ocak ayını, blogun eksikliklerini tamamlamakla geçirdim. Bu yeni temaya alışmaya çalışıyorum halen... Bu tasarımda gözüme takılan ufak noktalar oluyor; onları düzeltiyorum, değiştiriyorum. Eski temayı kullanırken yazdığım yazıların puanlama, renk, başlık gibi tasarım ögelerini bir öncekinde yaptığım gibi değiştirmekle uğraşmayacağım. Hem buna vaktim yok, hem de önceki temadan kalan bu birkaç ayrıntıyla eski tasarıma bir selam çakmak istiyorum 😊

Bir yandan böyle, blogun orasını burasını kurcalıyorum; bir yandan da geçen senelerin incelemelerini yazıp blogu, şu anki okuduklarıma yetiştirmeye çalışıyorum. Bu yüzden ocağı hiç kitap bitirmeden geçirdim; fakat az da olsa okumaya devam ediyorum 😉 Find Me ile The Song of Achilles'i okuyorum, ikisi de kitaplığımda e-book şeklinde bulunuyor. Find Me'yi çıkar çıkmaz, bir arkadaşım vasıtasıyla edinmiştim. Dayanamayıp sonunu okuduktan sonra, kitaba en başından başladım; bu okumayı ise sindire sindire yapıyorum. Samuel'in kısmını sonunda bitirdim, büyük bir keyifle Elio'nunkini okuyorum bu aralar 😍 TSOA'i bitirmekte ise direniyorum, o sonu okumazsam hiç yazılmamış olacak sanki de... Şu ikisinin incelemesini, CMBYN'de yapacağım gibi yazmak istiyorum; çevirilerini de okuduktan sonra, kitapları ya çeviri ya da orijinal eser üzerinden yorumlayacağım.

Aynı şekilde, yeni bir diziye de başlamadım ve ocak ayını filmsiz geçirdim. Arada sırada favori dizilerimden sevdiğim bölümleri açıp izliyorum. Onun dışında bütün dikkatimi, enerjimi şu kitapların yorumlarını yazmaya odakladım; şimdilik iyi gidiyorum bence. Bu hızla gidersem ilkbaharda, kitabı bitirdikten hemen sonra incelemesini yazıp paylaştığım o eski formuma dönebileceğim 🙌

Geçen senenin ajanda fiyaskosundan sonra, kafama göre takılmayı düşünmüştüm. Ama sorunun bende değil, ajandada olduğunu fark edince ajanda kullanmaya bir şans daha vermek istedim 😄 Daha minimalist, sade ve beni kısıtlamayacak bir ajanda buldum; onu kullanıyorum. Henüz ajanda alışkanlığını oturtamadım, arada not almadığım da oluyor; ama zamanla bunu günlük yaşamımın bir parçası haline getireceğimi umuyorum 😌

İncelemeler dışında başka yazılarla da burada olmak istiyorum; aklımda birkaç fikir var, umarım önümüzdeki aylarda bunları gerçekleştirebilirim.

Ocakta yazdığım tüm yazılara, kitap yorumları da dahil, buradan ulaşabilirsiniz.

Siz ocak ayını nasıl geçirdiniz, neler yaptınız?

post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , , ,

Yorum: Değiştirilmiş Karbon - Richard K. Morgan

Tür: Bilim Kurgu, Gizem, Polisiye, Siberpunk
Goodreads Puanı: 4,06 (79.360 oy)
Orijinal Adı: Altered Carbon
Seri: Takeshi Kovacs, #1
Yayınevi: İthaki Yayınları
Çeviri: Aslıhan Kuzucan
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 496

21. yüzyıl bilimkurgu edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Değiştirilmiş Karbon’dan uyarlanan ve Netflix’in yayımlayacağı distopik dizi Altered Carbon, 2018’in en çok seyredilecek projelerinden biri olmaya aday!

26. yüzyıl. İnsanlık BM’nin gözetimi altında tüm galakside hüküm sürmekte. Irk, inanç ve sınıf farklılıklarının hâlâ devam ettiği bu dönemde teknolojideki yükseliş hayatı âdeta baştan tanımladı. Bir insanın bilinci depolanarak yeni bir bedene (ya da “kılıf”a) kolayca indirilebilir hale geldi ve ölüm olgusu, ekrandaki bir bip sesine indirgendi.

Eski bir asker ve BM elçisi olan Takeshi Kovacs daha önce de öldürülmesine rağmen son ölümü bilhassa acı vericiydi. Evinden 180 ışık yılı uzakta, eski adıyla San Francisco, yeni adıyla Bay City’de yeni bir bedende uyanan Kovacs kendini, “varoluş”u alınıp satılır şeyler olarak gören bir topluma göre bile karanlık ve büyük ölçekli bir komplonun tam merkezinde buldu. Dünyanın en güçlü insanlarından biri olan Laurens Bancroft bir ölümün sırrını açığa çıkarmak için Kovacs’ı tutmuştu: Kendi ölümünün.

Blade Runner ve Neuromancer gibi eserlerin izinden giden siberpunk türündeki Değiştirilmiş Karbon, son zamanların en dikkat çeken bilimkurgu-distopya romanlarından biri.

"Şahane bir iş. Mükemmel bir bilimkurgu. Değiştirilmiş Karbon, çok iyi bir giriş yapıyor ve hızını gittikçe arttırıyor. Eşit derecede merak uyandırıcı ve özgün bir eser; son sayfaya kadar elinizden düşüremiyorsunuz."
-Peter F. Hamilton

Değiştirilmiş Karbon'la dizisiyle birlikte tanıştım. Kitaplığımda okunacak kitaplar çok diye kitabı edinmem biraz sürdü; o yüzden, ancak dizisini izledikten sonra okuyabildim kitabı. Ne yazık ki kitap, birçok açıdan beklentilerimin altında kaldı 🤷

Richard K. Morgan'ın kurguladığı geleceği çok gerçekçi buldum ben. Daha doğrusu, ilerleyen teknoloji ve bu ilerlemenin hangi alanlarda yoğunlaştığı göz önüne alınırsa kurgulanan bu geleceğin, gerçekleşmesi muhtemel senaryolardan biri olduğunu düşünüyorum. Özellikle son yıllarda yapay zekaya verilen önemin artmasıyla, yapılan araştırmaların yapay zekanın kullanım alanlarına yoğunlaştığını görüyoruz. Bu alanlardan biri ise, insanların yüzyıllardır merak ettiği 'bilinç' kavramını içeriyor. Yapay zekanın bir bilince sahip olup olmadığı tartışması, bilinç ile ilgili yapılan çalışmaları artırabilir; bu da bilincin çözümlenmesine ve Değiştirilmiş Karbon'daki gibi bir teknolojiye neden olabilir. O nedenle, kurgulanan bu gelecek ve bu teknoloji bana geleceğe bakış atıyormuşum gibi hissettirdi.

Değiştirilmiş Karbon'un sadece teknolojisi değil, toplumsal yapısı da oldukça gerçekçi bir biçimde ele alınmış. Teknolojik gelişmelerden her kesim insanın faydanalamadığı, faydalanmak için belli bir ücretin gerektiği ve sosyoekonomik düzeyler arası farklılıkların gittikçe arttığı bir düzen bize o kadar da yabancı değil... Değiştirilmiş Karbon'daki kılıf yerine, ister aşı gibi sağlık alanında ister telefon gibi teknolojik alanda, hangi gelişme konursa konsun aşağı yukarı benzer bir tablo çıkıyor ortaya; o gelişme zenginin tekelinde zengini daha da zenginleştiriyor ve bu teknolojiden herkes eşit derecede faydanalamıyor. Hele ki, kılıf gibi ölümü denklemden çıkaracak bir teknolojiyi herkesin karşılayamaması, tüyler ürpertici değil mi? Yok olma tehlikesine tabi olmayanlar için uyulması gereken bir kural, aşılamayacak bir sınır kalmıyor. İşte bu düşünce, kurgulanan geleceği o kadar korkutucu kılıyor ki... Nasıl olsa bir bedene -sosyoekonomik açıdan en yüksek konumdakiler için bu, asgari hafıza kaybı ile kendi bedenlerinin bir kopyasına- yüklenecekleri için, istedikleri her şeyi yapabilme olanağı var. Dolayısıyla, yaptıkları seçimler ve bu seçimlerle şekillenen hayatları da tanrıların elinde değil artık; ödüllendirilecekleri veya cezalandırılacakları bir ahirete ve varlıklarını sona erdirecek ölüme bağlı değiller. Yani Değiştirilmiş Karbon, insanların bir zamanlar tanrılara verdikleri gücü geri aldığı bir geleceği resmediyor; ölümü aldatarak artık tanrıların kurallarına göre yaşamayan, hatta kendileri adeta birer tanrı olan insanlardan bahsediyor.

Bu gerçekçi kurgu, çok hoşuma gitti; kurgudaki çoğu fikri özgün buldum. Polisiye ile harmanlanan bilim kurguları ise ayrı bir seviyorum zaten. Fakat ne yazık ki, kitabın sevdiğim yönleri bunlarla sınırlı... Değiştirilmiş Karbon'un ne karakterlerini, ne olay örgüsünü, ne de çevirisini beğendim.

Olumsuz eleştirilere karakterlerle başlıyorum, hazırsanız 😐 Özellikle kitabın ilk yarısında, Kovacs'in davranışları zorlama gibi geldi bana; sanki yazar, ana karakterin ne kadar sert, belalı olduğunu göstermek için yazmış bazı sahneleri. Kovacs şiddeti, çoğu zaman herhangi bir plana veya zekâya dayandırmadan kullanıyor. Takeshi Kovacs, tüm bu özellikleri göz önüne alındığında psikopat bir katilden öteye geçemeyen bir profil çiziyor benim gözümde. Kendisinin bir insan ne kadar uçkuruyla düşünebilirse, o kadar düşünebildiğini de eklemeden geçemeyeceğim. Kovacs'in başlarda cinselliğe bu kadar düşkün olmasını, bilmemkaç yıl boyunca depoda kalmasına bağlamıştım. Ama yemek ve içmek gibi diğer ihtiyaçlara ve hazlara, cinselliğe olduğu kadar düşkün olmadığı fark ettim. Daha sonra anladım ki, kitabın ana karakteri bayağı olduğu için aklı fikri sürekli orada burada... Yazarın böyle bir karakteri, cinselliğin satacağını düşünerek yazdığı kanısındayım ki diğer karakterlerin de o kadar güçlü kişilikleri yok. Sadece bir yönüyle ele alınmış, basit tiplemelerden oluşan bir karakter havuzu var kitabın. Anti-kahraman da olsa, özellikle ana karakterler okurun belli bir düzeyde anlayabileceği, empati kurabileceği kişiliklere sahip olmalı diye düşünüyorum. Zira okuyucu ile karakterler arasında bağ kurulmadığı zaman maalesef, ne okuyucu karakterlerin başına gelenleri önemsiyor ne de karakterler okurun ilgisini canlı tutabiliyor.

Değiştirilmiş Karbon'un olay örgüsü ise çok dolu, olayları takip etmekte zorlayacak kadar dolu hatta. Ortada zaten keşdefilecek bir gelecek varken, farklı yerlerde benzer zamanlarda gerçekleşen bunca aksiyonu bir çerçeveye oturtmak ve olayların izini geri sürmek güç. Şaşırtıcılığı fazla, ona bir şey diyemem ama benim gibi önce dizisini izlediyseniz, olay örgüsünün tek artısı olan yüksek sürpriz unsuru da işlevini yitirmiş olacak.

Değiştirilmiş Karbon'u ara vererek okudum, okuma sürecini yaklaşık altı aya yaydım. Bunun en büyük nedeni ise kitabın çevirisi ve basımı... Çeviri açıkcası olmamış ki kitabın orijinaline bakmadan da belli oluyor bu. Kültüre, dile özgü farklılıklar dikkate alınarak çeviri yapılmaya çalışılmış; fakat başarılı olunamamış. Küfürler, deyimler, deyişler gibi birçok ifadenin sırıtması, işte bu yüzden. Çevrilen kelimelerin çoğu zaman paragraf içinde bile anlam bütünlüğünü bozacak derecede dönüştürülmesi, kitabı okumayı ve olayları kavramayı zorlaştırıyor haliyle. Hatta bir ara sorunun kendimde olduğunu düşünüp kitaba ara vermiştim ben. Müsait olduğum başka bir zaman kitabı yeniden elime alınca fark ettim ki sorun, çeviride. O yüzden kitabın orijinaline de baktım ve bizdekine kıyasla daha akıcı olduğunu gördüm. İngilizcesini okurken çeviri konusunda dikkatimi çeken birkaç nokta oldu. Birincisi, cümlelerin daha basitleştirildiğini fark ettim. Morgan'ın cümleleri daha kompleks; içerik açısından birbirini tamamlayan, bağlaçlarla birbirine bağlanmış cümleler var. Çeviride ise bu birleşiklik başka cümlelere bölünerek basitleştirilmiş. O nedenle bazı cümleler paragrafların arasına sıkıştırılmış gibi duruyor. Bir diğeri, Kovacs'in konuşma tarzı ile alakalı... Orijinal esere bakıldığında, Kovacs'in diğer karakterlere kıyasla daha doğrudan bir ifade tarzı olduğu görülüyor; konuşması, özneden yoksun cümlelerle günlük konuşma diline yakın, sokak ağzı olarak nitelendirilebilecek biçimde yazılmış. Kovacs'in bu ayırıcı özelliği, çeviride kaybolmuş maalesef. Kelimelerin vurgu ve tonlamalarının da çeviride dikkate alınmadığı olmuş; bu da anlamı tekdüzeleştirerek kurguyu, karakterleri yavanlaştırmış. Basım konusunda kitabın hoşuma giden tek özelliği, kapağı... Siberpunka yakıştığını düşündüğüm, canlı kapak resmini ve kapakta kullanılan, dokusu hafif mumlu kağıt türünü beğendim. İçerik ise daha iyi olabilirdi zira yazım ve noktalama hataları göze batıyor gerçekten de... Çeviri ve basımdaki bu hatalara bakınca, Değiştirilmiş Karbon'un dizisiyle bir çıkması için aceleye getirildiğini düşünüyorum.

Değiştirilmiş Karbon, özellikle de hakkında yapılan yoğun tanıtım ve olumlu incelemeleri dikkate aldığımda, beklentilerimi karşılayamayan bir kitap olarak kaldı. Kurgudaki fikirleri özgün bulsam da sığ karakterleri ve üstünkörü hazırlanan basımıyla, hem yazar hem de yayınevi tarafından, kitabın o müthiş potansiyelinin harcandığını düşünüyorum. Seriye devam edeceğimi de sanmıyorum. Kitabı merak edenlere, orijinalini okumalarını tavsiye ederim.



Medeniyet ve birey olarak tüm çabalarımıza rağmen ne evren ne de içindeki herhangi bir şey sabittir. Yıldızlar kendi kendilerini tüketirler, evren hızla hareket eder ve biz de sonsuz bir değişim içindeyizdir. Geçici bir anlaşmanın içindeki hücre kolonilerinden ibaretiz; çoğalıyoruz, çürüyoruz ve barınıyoruz. Elektrik bir dürtüyle tehlikeli bir şekilde depolanmış karbon kod hafızasından oluşan akkor bir bulutun içindeyiz. Bu bir gerçek, bu kendini bilmek ve iradenin algısı. Elbette insanın başını döndürür.





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , ,

Yorum: Koku - Patrick Süskind

Tür: Gerilim, Gizem, Tarihi Kurgu
Goodreads Puanı: 4,02 (290.723 oy)
Orijinal Adı: Das Parfum: Die Geschichte eines Mörders
Seri: -
Yayınevi: Can Yayınları
Çeviri: Tevfik Turan
Basım Yılı: 2016 (43. baskı)
Sayfa Sayısı: 264

Alman edebiyatının şimdiden efsaneleşmiş münzevisi Patrick Süskind, Koku romanıyla artık "klasikler" arasında...

XVIII. yüzyıl, Fransa. Kitabın kahramanı Jean-Baptiste Grenouille, tüm insancıl duygulardan yoksun, yalnızca kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı, istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten bile çekinmeyen biridir. Herkesin, her şeyin kokusunu alma, dilediği tüm kokuları üretme konusunda gerçek bir dâhi olan bu genç adamın, kendi kokusunun olmadığını, bu nedenle insanların kendisinden koku alamadıklarını anladığı gün dünyası başına yıkılır. Tek çıkar yol, başkalarına varlığını hatırlatacak kokular sürünmektir.

Toplum içinde bir birey olarak var olamamış; ama kendi benliği dışında her istediğini yaratabilmiş bir dâhiyi sergileyen bu görkemli alegorinin olağanüstü akıcılıkla erişilen son bölümü, benzeri herhalde ancak Kafka'nın eserinde görülebilecek bir insanlık tragedyasının anlatısıdır.

Koku'yla lise yıllarında, filmi vasıtasıyla tanışmıştım. O zamandan beri de kitabını okumayı istiyordum. 2018'de, birkaç arkadaşla birlikte kitabı okumaya karar verdik. Yani 2018'te okuduğum fakat incelemesini ancak yazabildiğim kitaplardan biri de Koku 😬

Üstünkörü bakıldığında Koku'nun birkaç yüzyıl önce yaşamış, koku duyusu uçlarda olan bir ana karakterinin, bu karakterin yaşadıklarının anlatıldığı bir kurgusunun ve okuru yer yer şaşırtan bir olay örgüsünün olduğu görülecektir. Kurgu gerçekten de özgün; böyle bir duyu keskinliğine sahip bir karakter kurgulamak ve bunu 18. yüzyıl Fransa'sına koymak, kaç kişinin aklına gelebilir ki... Fakat bu, tabiri caizse, buzdağının görünen yüzü... Koku, Jean-Baptiste Grenouille'ün aşırı gelişmiş koku duyusu veya bunlar yüzünden gerçekleştirdiği eylemler ile bilinse de aslında bunların arkasında çok sağlam eleştirilerin yer aldığı, gerek ana karakter gerekse felsefe ve tema açısından oldukça derin bir kitap.

Jean-Baptiste Grenouille, inanılmaz bir koku alma yeteneğine sahip; çevresindeki uyarıcıları doğal olarak burnu aracılığıyla algılıyor, kavrıyor ve çevresiyle kokuyu kullanarak ilişki kuruyor. Ayrıca doğuştan kendi kokusu olmayan biri; ne yapıyorsa, kendisindeki bu eksikliği tamamlamak için yapıyor. Mükemmel koku arayışları ve bunun için gerçekleştirdiği cinayete varan eylemleri, hayalindeki kokuyu üretmek için hep; hayalindeki o kusursuz kokuyu yaratma amacı ise herkes tarafından tanınmak, görünür olmak... Yani Koku, bir seri katilin maceralarından çok daha fazlası; etrafını diğerlerinden farklı algılayan, farklı olan birinin iletişim kurma ve kendini var etme çabası...

Patrick Süskind'in üslubu çok ilginç... Kitabın anlatımı, tanrısal bakış açısıyla gerçekleştiriliyor ve yazar sesini araya sıkıştırmaktan geri kalmıyor. Bu da ortaya belgesel tadında, oldukça değişik bir anlatı çıkarıyor. Ayrıca anlatımın ana karakter üzerinden gerçekleştirildiği görülüyor. Jean-Baptiste Grenouille ile birlikte anlatımın tonu da gelişiyor; Grenouille kasvetli bir ruh haline sahipken atmosfer de buna uygun bir tona bürünüyor, Grenouille heyecanlandığı zaman birden çok sıfatla veya tekrar edilen kelimelerle anlatımın temposu da o heyecanı yansıtacak şekilde değişiyor. Üslupta dikkat çeken bir diğer şey, betimlemelerin müthişliği; özellikle de kokuların tasvirleri o kadar canlı, o kadar kuvvetli ki... Böylesine ayrıntılı, renkli betimlenen kokuları, dokuları okurken duyumsamamak epey güç. Aynı şekilde, yazarın bahsettiği parfüm yapım tarzları ve aşamaları da bayağı ayrıntılı; tüm bunlar insanın gözünde rahatlıkla canlanıyor. Kısacası Koku bu yoğun üslubuyla sadece göze değil, birden çok duyuya hitap edebilen bir kitap.

Koku'yu filmini izlemeden önce okuyanlar, kitabın şaşırtıcılığını yüksek bulacaktır. Olay örgüsünün aralarına serpiştirilmiş sarsıcı olaylar ve kitabın o sürpriz sonu, olaylar dizisini bilmeyen birini hayretler içinde bırakacak potansiyelde. Şahsen ben, filmi önceden izlediğim için kitapta nelerin olacağını biliyordum. Yine de kitabı sıkılmadan, hatta heyecanla okuduğumu söyleyebilirim.

Koku sıradışı kurgusu, öyküleyici anlatımı, detaylı ve güçlü betimlemeleriyle okumaktan ziyade hissedebileceğiniz, dokunabileceğiniz, koklayabileceğiniz bir eser. Sürükleyici ve şaşırtıcı olay örgüsü, kitabı elden bırakmayı oldukça güçleştiriyor. Favorilerime eklediğim bu kitabı herkese tavsiye ediyorum.



...insanlar büyüğe karşı, korkunca, güzele karşı gözlerini yumabiliyor, ezgilere ya da gönül çelici sözlere kulaklarını tıkayabiliyorlardı. Ama kokudan kaçamıyorlardı. Çünkü koku, soluğun kardeşiydi. Onunla birlikte insanların içine giriyordu, yaşamak istiyorlarsa karşı duramıyorlardı. Hem de tam orta yerlerine giriyordu koku, doğrudan kalplerine ve orada akla karayı ayırır gibi ayırıyordu ilgiyle aşağılanmayı, iğrentiyle zevki, aşkla nefreti. Kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olurdu.





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , , ,

Yorum: Tanrı Olmak Zor İş - Arkadi & Boris Strugatski

Tür: Bilim Kurgu, Fantastik, Klasik
Goodreads Puanı: 4,20 (9.190 oy)
Orijinal Adı: Трудно быть богом
Seri: The Noon Universe, #4
Yayınevi: İthaki Yayınları
Çeviri: Hazal Yalın
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 552

"Eğer gerçekten tanrı olduğumu düşünebilseydim, gerçekten de tanrı olurdum."

Arkadi ve Boris Strugatski, entelektüel açıdan kışkırtıcı, inanılmaz eğlenceli, cesur ve eleştirel kitaplarıyla “Sovyetler döneminin en büyük bilimkurgu yazarları” sıfatını hak eden yegâne ikili. Tanrı Olmak Zor İş ise insanlığın karanlık geçmişinin kalbine yapılmış en cesur yolculuklardan biri.

İnsanlık, Dünya’nın her bakımdan aynısı olan, üzerindeki insanların karanlık çağdan öteye gidemediği bir gezegene gözlemciler göndermiştir. Bu gezegenin gidişatına müdahale etmelerine hiçbir şekilde izin verilmeyen bu gözlemcilerin asıl amacı insanlığın karanlık çağını her ayrıntısıyla kayıt altına almaktır.

Büyük bir değişimin eşiğindeki Arkanar Krallığı’nda halk baskı altında yaşar, yenilikler daha beşiğinde boğulur ve okuma yazma bilenler linç edilir. Bu gezegene gönderilmiş gözlemcilerden biri olan Anton, Don Rumata ismiyle bir asilzade hayatı yaşarken bir yandan da dönemin aydınlarını kurtarmaya çalışır.

İleri bir medeniyet, geri kalmış bir medeniyetin gelişimine müdahil olabilir mi? Hızlı gerçekleşen değişimler başarısız olmaya mahkûm mudur?

Tanrı Olmak Zor İş, neden tanrı olunmaması gerektiğinin bir panoraması.

"Baştan sona muazzam bir kitap. Derin, yaratıcı, tatmin edici bir hikâye."
-Ursula K. Le Guin

"Okuduğum en korkutucu bilimkurgu romanlarından biri."
-Thedore Sturgeon

Tanrı Olmak Zor İş de 2018'de bitirdiğim ve incelemesini bir türlü yazamadığım kitaplardan... Kitabı okuyalı neredeyse 1,5 yıl olmasına rağmen, hakkında en ufak bir not dahi almadığım halde, Tanrı Olmak Zor İş'i hala hatırlıyorum.

Kitabın incelemesini yazmak için klavyenin başına geçtiğimde, Tanrı Olmak Zor İş'in öncelikle kurgusu geliyor aklıma. Başlarda kurgunun ana noktasının, Zelazny'nin Işık Tanrı'sıyla benzerlik gösterdiğini düşünmüştüm. İkisi de farklı durumlardan dolayı sahip oldukları avantajlar nedeniyle tanrısal nitelikleri barındıran ve bu nedenle tanrı olarak algılanan/algılanabilecek bir grup varlık ile çeşitli özelliklerinden dolayı bu gruba kıyasla daha düşük bir statüde yer alan bir başka topluluk arasındaki iletişimi, dinamiği ele alan kitaplar. Fakat Işık Tanrısı'ndaki tanrısallaşma, alt seviyeden kaynaklıyken Tanrı Olmak Zor İş'te tanrısallaşmanın alt gruptan bağımsız olarak gerçekleştiği görülüyor. Sahip oldukları ileri düzeydeki teknoloji ve bilgi sayesinde, diğerleri tarafından ancak tanrı olabilecekleri düşünülüyor. O nedenle, Tanrı Olmak Zor İş'in kurgusunu yaratıcı buluyorum ben.

Kurgunun özünde 'bilginin getirdiği güç' meselesi var ki bu, sadece bilim kurguda değil birçok alanda işlenen bir konu. Mitoloji bunu bir lanet veya kaçınılmaza karşı boşa harcanan çabalar olarak işlerken; polisiye bunu gerçeğin ortaya çıkışı şeklinde işler. Strugatski kardeşler ise bunu, etik ve ahlaki açıdan ele almış. Bilenler, harekete geçmeli midir yoksa müdahalede bulunmamalı mıdır? Bilgiye sahip olmak, harekete geçmeyi mi doğal akışına bırakmayı mı meşru kılar? Tanrı Olmak Zor İş'te bu sorulara cevap aranıyor. Bunun dışında, kitabın siyasi yönü de ağır basıyor. Yönetimin kullandığı tekniklerin ve yaklaşımın, halkın sosyal kimliğini nasıl şekillendirdiği gösteriliyor.

Bu ahlaki, etik, siyasal çatışmalar, kitabın ana karakteri üzerinden yapılıyor daha çok. Eylemleri ve tercihleriyle inandığı değerleri ve tarafını ortaya koymaya çalışan Anton/Don Rumata, bazen ait olduğu medeniyetin otoritesiyle, bazen gönderildiği toplulukla, bazen de kendisiyle savaşıyor. Tüm bu çarpışmalar, karakteri zorlayıp kendini rahat hissettiği alandan çıkmaya mecbur bırakıyor. O yüzden, Strugatski kardeşlerin karakterlere psikolojik açıdan yaklaştığını söyleyebilirim ve bu, benim çok hoşuma gitti 😊 Karakterlerin psikolojisini incelemeyi çok seviyorum, özellikle de bilim kurgularda...  Neler hissettiğini, duygularını nasıl ifade ettiğini, ne gibi kararlar verdiğini, bunların arasındaki ilişkileri bizimkine benzeyen, ama bizden bir o kadar da farklılaşan dünyalarda okuması çok zevkli.

Kurguyu ve karakterlerin işlenişini beğendim; olay örgüsünün ise daha iyi olabileceğini düşünüyorum. Daha doğrusu, olay örgüsünü biraz karışık buldum ben. Özellikle giriş kısmıyla kitabın devamı arasındaki bağlantıyı kurmakta zorlandım. Strugatski kardeşlerin bu iki kısım arasında yaşananları işlemeyip olanlarla ilgili ipuçlarını tüm kitaba yayması, olaylara ortadan dalıyormuşum gibi hissettirdi bana. Tanrı Olmak Zor İş, Strugatski kardeşlerin ve Rus bilim kurgusunun okuduğum ilk kitabı olduğu için de birazcık neye uğradığımı şaşırmış olabilirim 😄

Strugatski kardeşlerin üslubu şu iki açıdan çok farklı geldi bana. Birincisi, diğer bilim kurguculara göre eğitici yönleri daha baskın; verdikleri bilgilerle okurun farkındalığını artırmaya çalışıyorlar ve bu farkındalık, yakın ya da uzak bir geleceğin felaketinden ziyade içinde bulunduğumuz, yaşadığımız zamanın sorunlarına yönelik. İkincisi ise okuru belli bir çözümden mahrum bırakmaları; ne irdeledikleri konular hakkında net yanıtlar sunuluyor, ne de olay örgüsü bir sonuca varıyor. Kitabı bitirdikten sonra, bir süre ne okuduğumu anlamaya çalıştım. O nedenle, Tanrı Olmak Zor İş'i okuyacaksanız, çok da klasik bir bilim kurgu ile karşılaşmayı beklemeyin.

Tanrı Olmak Zor İş, her yönüyle alışılmışın dışında bir bilim kurgu. Ele aldığı konuların çeşitliliği, derinliği ve ele alışındaki farklılıklar nedeniyle ağır bir kitap. Sindirerek, yavaş yavaş okunmasını tavsiye ederim. Kitabın basım sürecini anlatan sonsözü okumayı da atlamayın; kitabın yazıldığı ve basıldığı koşulları okumak, kitabı anlamaya katkıda bulunacaktır.



"Kötülük tükenmez. Hiç kimse, onu yeryüzünde azaltamaz. Kendi kaderini birazcık düzeltebilir ama daima başkalarının kaderlerini kötüleştirmek pahasına..."





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , ,

Yorum: Dune Mesihi - Frank Herbert

Tür: Bilim Kurgu, Fantastik, Klasik
Goodreads Puanı: 3,88 (115.121 oy)
Orijinal Adı: Dune Messiah
Seri: Dune, #2
Yayınevi: İthaki Yayınları
Çeviri: Dost Körpe
Basım Yılı: 2017 (2. baskı)
Sayfa Sayısı: 296

"Tanrılar ile insanları birbirinden ayıran hiçbir şey yoktur: Biri, diğerinin içine usulca karışabilir."

Frank Herbert, deneylerden çok deneysel yaklaşımların had safhaya ulaştığı, tür içerisindeki "iyi edebiyat iyi edebiyattır"cıları bir araya getiren yeni dalga bilimkurgu akımının en önemli temsilcilerinden. Türün tüm olanaklarını, suyunu çıkarana kadar kullandığı Dune serisinin ikinci kitabı Dune Mesihi ise din, devlet ve birey üçgenini özgün bir yaklaşımla anlatan sayılı romanlardan.

Paul Muad'dib; Dune'un fatihi, gezegenlerin hakimi, kutsal savaşın görkemli galibi, fanatik bir dini kardeşliğin mesihi... Fremenlerin başına geçip Arrakis'i kontrol etmeye başlamakla kalmayan Paul, evrenin de hükümdarı olmuş ve Muad'Dib'in önderliğinde evren değişmeye başlamıştı.

Baharatın sağladığı geleceği görme gücü sayesinde adımlarını tartarak atan Paul, imparatorluğa karşı olan savaşını kazanmış, Harkonnenları yenilgiye uğratmış olsa da tehlikeden kurtulmuş değildi. Beklentilerini aşan büyük cihat artık kapısındaydı. Bunların yanında, tahta geçebilecek bir varisinin olmayışı Atreideslerin sonu demekti.

Tüm bu yaşananlara rağmen, Fremenlerin Mehdi'si, kurtuluşu kendi içinde ve Dune çöllerinde aramakta ısrarcıydı.

Dune Mesihi, güneşten merhamet dilemeyen bir tanrının, insanlaşma mücadelesi.

"İlk kitapla aynı ihtişamda."
-Spider Robinson

"İnanılmaz... Dune'a ait her şeye sahip, belki daha fazlasına."
-Galaxy Magazine

Dune Mesihi, incelemesini yazamadığım 2018 kitaplarından... Kitabı bitireli neredeyse 1,5 yıl oldu. Gerek kitabı okumamın üstünden çok zaman geçmiş olması, gerekse Dune'daki özelliklerin çoğunun serinin tüm kitaplarında bulunacağını düşünmemden dolayı kitabın yorumunu yazmayacaktım. Bunca ay sonra, olay örgüsünü bile hatırlayamazken, ve kendimi tekrar etmek istemediğim için serinin diğer kitaplarının incelemelerini yapmaktan vazgeçmiştim. Fakat daha sonra, kitap hakkında aldığım notları buldum; Dune Çocukları'nı da bitirip kitapların aslında birbirinden bayağı farklılaştığını gördüm. Ben de yanımda eski notlarımla, geçtim klavyenin başına...

Normalde, incelemelere kurgulanan dünya ile giriş yaparım; fakat üstte de dediğim gibi, kendimi tekrar etmek istemiyorum. O nedenle kurgunun muhteşemliğinden, yazarın o engin hayal gücünden uzun uzadıya bahsetmeyeceğim. Şuradaki Dune yorumumda bundan bolca bahsettim; kurguyu merak edenleri oraya alayım 😏

Dune Mesihi'nin olay örgüsünü fazlasıyla dağınık buldum ben. Bu yüzden, çoğu zaman sıkıldım ve dikkatimi toplamakta da zorlandım. Kitap, serinin diğer kitaplarına göre kısa olmasına rağmen, dayanamayıp sonuna baktım; bazı kısımlar o derece sıktı beni yani... Ayrıca bu karmaşık olay örgüsü, olayları takip etmeyi de güçleştirdi. Arada kopukluklar yaşadım ve olayların bazı kısımlarını kaçırdım gibi geldi. Neyin, ne zaman gerçekleştiğini sonuçlarıyla karşı karşıya gelince fark ettiğim bile oldu. Dune Mesihi'ni de, diğer Dune kitapları gibi, arkadaşlarımla birlikte okumuştuk; onların iteklemesi olmasa kitabı yarım bırakırdım muhtemelen ki bir ara kitaba ara vermek zorunda kaldığımı da hatırlıyorum. İşteki yoğunluklar ve yakalandığım grip nedeniyle Dune Mesihi'ni bir süreliğine bırakmıştım. Kitabın akıcı olmadığını düşünmemde bunun da katkısı olmuştur tabii. Ama serinin okuduğum diğer kitaplarına bakıyorum da, hiç böyle bir şey yaşamamıştım onlarda. Hatta Dune'u ilk okuduğumda, kurgulanan dünyayı tanımaya çalışırken bile kafamın bu kadar karıştığını, okumak için bu kadar çaba sarfettiğimi hatırlamıyorum.

Dune Mesihi, ilk kitaba kıyasla heyecanı düşük ve sıkıcı bir kitaptı. Aksiyon ve şaşırtıcılıklar yok değildi; fakat bu, Dune Mesihi'ni bir geçiş kitabı olarak gördüğüm gerçeğini değiştirmiyor. 200 küsur sayfa boyunca büyük bir şeyin gelmesini, olmasını bekledim; üstelik Paul'ün geleceği görme gücüyle tüm bunlar daha da ilginçleşti. Sonlara doğru tansiyon yükselse de, gerek yapılan açıklamaların yetersiz olduğunu düşündüğüm için gerekse olaylar arası kopukluklar yaşadığım için bu son beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Sanki yazar, bunları tam olarak toparlayamamış gibiydi ve ben, yaptığı açıklamalardan tatmin olmadım. Ayrıca, Dune Mesihi'nin vurucu noktası olan o duygusal kısım da bu nedenle beni o kadar etkilemedi. Fakat sonraki kitaba bırakılan açık kapılar, seriye devam etmeye teşvik ediciydi. Nitekim ben de öyle yaptım 😁

Kitabın üstüne bu kadar gidiyorum ama elimde değil... Dune Mesihi'nde işlenen konu, içerdiği paradokstan dolayı tatmin edici bir son veremeyecek özellikte zaten. Yazara biraz da bu yüzden kızıyorum. Paul'ün yapacağı her eylem, neden olacağı her şey geleceği görmesinden itibaren o geleceğin etkisi altına giriyor. Dolayısıyla da kendi kaderinin tutsağı durumuna düşüyor.

Dune Mesihi'ni bu kadar yerdikten sonra biraz da kitapta hoşuma giden kısımlardan bahsedeyim 😉 Hani ana karakter sergilediği onca çabadan sonra amacına ulaşır ve mutlu mesut yaşar ya, ben bundan sonrasının ne karakterlerin umduğu gibi ne de yazarın söylediği gibi olduğunu düşünmedim hiçbir zaman. İşte, Dune Mesihi kahramanın insanlığı kurtardığı diğer bilimkurgulardan bu yönüyle sıyrılıyor; ana karakteri bile kusurlarıyla işleyip olaylara çok daha gerçekçi yaklaşıyor. Paul'ün Dune'da zirveye çıkmasından sonra o zirvede ne kadar kaldığı, orada kalmak için nasıl çabaladığı gösteriliyor. Böylece önemli olanın istediğini elde etmek olmadığı, asıl olayın onu elinde tutmak olduğu vurgulanıyor. Paul, Muad'dib olsa da Kuisatz Haderah olsa da geleceği görse de ve belki sırf geleceği gördüğü için yaptığı hatalarla ele alınıyor. Dune Mesihi, Paul'ü tüm bu personalarından sıyırıyor ve onun da bir insan olduğunu hatırlatıyor.

Dune Mesihi'ni bir geçiş kitabı olarak görüyorum. Karmaşık olay örgüsü ve düşük heyecanı nedeniyle okumakta zorlandığım bir kitaptı. Fakat kitabın gerçekçi yaklaşımı ve merak uyandıran sonu, seriye devam etmem için kafiydi. Kitabı okurken siz de benim gibi sıkıldıysanız, biraz dayanın; zira Dune'dan beri sorduğumuz sorulara daha yeni cevap almaya başlıyoruz.



"İnsanların bir İmparator'un yönetimine ihtiyaç duymasının sebebinin uzayın sonsuzluğu olduğunu söyleyenler var... Bütünleştirici bir sembol olmazsa, insanlar kendilerini yalnız hissediyorlar. Kendini yalnız hisseden insanlar için İmparator somut bir şey. Ona bakıp 'Bakın, işte İmparator orada. O bizi birleştiriyor,' diyebiliyorlar. Belki din de aynı işlevi görüyordur..."





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , ,

Sergi: Picasso - Gösteri Sanatı


Yeni yılın ilk yazısıyla herkese merhaba 👋 Blogu diğer ilgi alanlarımı da içeren, farklı yazılarla zenginleştirmek istediğimden bahsetmiştim. Yoğunluktan dolayı ancak dün gidebildiğim Picasso sergisiyle, bu isteğimi eyleme dökme şansını buldum. Böylece yeni yılın ilk yazısı, bir sanat yazısı oldu 😊


Sergi, Picasso-Méditerranée Projesi kapsamında Arkas Sanat Merkezi'nde gerçekleştiriliyor. Sergiye girişler ücretsiz, ziyaret saatleri ise hafta içi ve hafta sonu durumuna göre 10.00-20.00 arasında değişiklik gösteriyor. Bilgi almak isterseniz sanat merkezinin şuradaki sitesine bakabilirsiniz.

    


    

Sergide Picasso'nun başlıca eserleri dışında karakalem çizimleri, el yazısı notları, heykelleri, kostümleri gibi Picasso'nun çeşitli materyallerle yarattığı ürünleri de yer alıyor. Sadece yağlıboya tablolarına yer verilmediği, malzeme ve boyama tekniği açısından birbirinden farklı eserlerinin de sergilendiği görülüyor. Picasso'nun çok yönlülüğünü gösteren, Picasso'yu yansıtan bir sergi olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca sergi boyunca uzanan, Picasso'nun yaşamına dair fotoğrafların ve bilgilerin yer aldığı bilgilendirme panolarının sergiyi zenginleştirdiğini düşünüyorum; tüm bunlar ziyaretçilerin Picasso'yu, sanatını ve eserlerini anlamasına yardım ediyor.

    


    

Son olarak, serginin 5 Ocak'ta sona ereceğini de belirteyim. Gideceklere, giriş sırasını da göz önüne alarak biraz daha erken bir saatte orada olmalarını tavsiye ederim 😉

post signature
Paylaş:
Devamını Oku