, , , , , , ,

Dizi Notları | 8



Birkaç günlük aranın ardından merhaba :) Bir önceki Dizi Notları'nda da bahsettiğim gibi, izlediğim diziler biriktiğinden en kısa zamanda Dizi Notları yazısı hazırlamam gerekiyordu. Ama bütün dizileri tek yazıda toplamak zor olacağından bunları, izlediğim sırayı göz önüne alarak ikiye bölmüştüm. Bu yazıda ise haziran başından beri izlediğim dizilerden bahsedeceğim ;) Tabii bir de bu yazıları hazırlama sürecinde başladığım birkaç dizi var ki onlar, bir sonraki Dizi Notları'na kalıyor artık :D


12 Monkeys'e Battletar Galactica izlediğim sıralarda denk gelmiştim. Battlestar Galactica, bilim kurgu açlığımı giderdiği gibi arttırmıştı da... BSG'yı tadını çıkara çıkara izlemek istediğimden bana, bölümlerini arka arkaya devirebileceğim bilim kurgu türünde bir başka dizi gerekiyordu. 12 Monkeys, bunun için iyi bir seçenek gibi görünüyordu. Nitekim iki günde, yirmiden fazla bölüm izleyerek dizinin yayınlanan 2. sezonunun son birkaç bölümüne yetiştim ^_^

Dizi, 1995'teki 12 Monkeys filminin uyarlanmasıyla ortaya çıkan bir yapım. Karakterlerden senaryoya, filmle farklılaşan birçok noktası var. Ama ben burada dizisinden bahsedeceğim için sadece, filmdeki senaryonun ana fikrinin alınıp geri kalan ögelerin yeniden şekillendirildiğini söyleyeceğim. Farklılıkları ve değişiklikleri sizin keşfetmeniz daha keyifli olur ^_^

Dizide, distopik bir gelecekten günümüze gelen James Cole adında bir adamın geleceği değiştirme çabası işleniyor. Gelecekte insan ırkını neredeyse yok eden bir veba ortaya çıkıyor ve bunun sonrasında dünyaya kaos hakim oluyor. James Cole ise bir grup bilim adamının yardımıyla geçmişe gönderilip Dr. Railly'nin yardımıyla vebanın başlamasını önlemeye çalışıyor.

Filmden önce diziyi izlemiştim ben; filmi ise geçenlerde, bu yazıyı hazırlamaya başlamadan hemen önce izledim ki hem film hem de ikisinin karşılaştırmaları hakkında bir şeyler söyleyebileyim ^_^  Ama filmi ve dizisi arasında kıyaslamalar yaparak birinin daha iyi olduğunu yazmayacağım. Çünkü senaryodaki ana tema dışındaki neredeyse her öge, film ve dizide birbirinden o kadar farklı ki... Özellikle dizi, 2. sezonuyla birlikte filmin çizgisinden ayrılıyor ve filmle kıyastan kurtuluyor. Bu yüzden ikisine de ayrı yapımlar gözüyle bakıyorum. Yine de ikisi arasındaki farklılıkları merak ediyorsanız, sizi şuraya alayım; farklılıklar kabaca ve açıklamalarla çok da güzel belirtilmiş :)

Dizinin senaryosunu çok zengin buldum ben. Gerek karakterler gerekse zaman çizgileriyle senaryo zenginleştirilip odak, filmden çok farklı bir yöne doğru çevrilmiş. İlk sezonda amaç vebayı önlemek iken 2. sezonla birlikte dizinin konusu, sadece insanları değil her şeyi tehdit eden ortak bir düşmana doğru kayıyor. Zaman yolculukları çoğalıyor, zaman çizgileri karışıyor ve dizi gittikçe izlemesi daha zevkli bir yapıma dönüşüyor.

Oyuncuların performansı da, senaryosu kadar başarılı. Farklı yapımlardan tanıdığımız birçok oyuncuyu 12 Monkeys'de görmek mümkün; Fringe'in Ajan Francis'i ve Suits'in Katrina'sı, gözüme ilk çarpanlardan olmuştu. 12 Monkeys ile izleme şansını bulduğum Emily Hampshire'ın oyunculuğuna ise bayıldım. Karakterinin çatlaklığını ve zekasını o kadar güzel yansıtıyor ki ekranlara... Diziyi başroldeki ikiliden ziyade Emily Hampshire ve Kirk Acevedo için izliyorum, diyebilirim :D

Dizinin, senaryodan veya başka bir şeyden kaynaklanmayan farklı bir sürükleyiciliği var. İki günde neredeyse iki sezonu nasıl ve neden bitirdiğimi hâlâ anlayabilmiş değilim. 12 Monkeys, belki senaryosuyla belki de oyuncularıyla, bir şekilde sizi kendine çekmeyi başarıyor; dizinin etkisi ise bu iki sezonu bitirseniz bile devam ediyor.

12 Monkeys zaman yolculuğunun başarılı bir biçimde işlendiği, sürükleyici yapımlardan biri. Dizinin senaryosu, aynı adı taşıyan filminin senaryosunun zenginleştirilmiş hali gibi gözükse de aslında ikisi arasında dağlar kadar fark var. Bu yüzden, ikisinin ayrı ayrı değerlendirilmesi taraftarıyım ben. Hem filmi hem de diziyi, bilim kurgu sevenlere şiddetle öneriyorum. Filmini sevenler diziye farklı bir yapım gözüyle bakarsa, diziyi de beğeniyle izleyeceklerini düşünüyorum :)


Peaky Blinders'ı birkaç yıldır dizi sitelerinde görüyordum. Ama diziyi izlemeyi düşünmemiştim; dizinin posterleri ilgimi çekse de konusu çekememişti. İzleyecek dizi bulamayınca Peaky Blinders'a bir göz atmaya karar verdim ve diziye daha ilk bölümünde bayıldım :)

Dizi, Viktoria dönemi Birmingham'ında faaliyet gösteren Peaky Blinders çetesinin yaşadıklarından uyarlanmış bir yapım. Dizide I. Dünya Savaşı sonrası, bu çetenin büyüme zamanları anlatılıyor. Senaryo, gerçeğini tabii ki birebir yansıtmıyor; çete üyelerinden çetenin yaşadıklarına kadar birçok unsur değişime uğramış. Fakat çetenin imzası niteliğindeki giyimi aynı kalmış.

Dizinin ayrıntılı konusuna geçmeden önce, Peaky Blinders isminin nereden geldiğinden de bahsedeyim. Bununla ilgili çeşitli tartışmalar dönmüş. Bazı tarihçiler bu adın, çete üyelerinin kasketlerinin siperliğine jilet dikip kavga esnasında şapkalarıyla düşmanlarının yüzünü keserek akan kanla düşmanlarını kör etmelerinden geldiğini savunmuş; bazıları ise bunun gerçekçi olmadığını belirterek ismin, üyelerin aidiyet sembolü olan kasketlerden geldiğini söylemiş. Yine de, çetenin isminin arkasındaki hikayeler her şekilde ilginçliğini koruyor.

Senaryonun ayrıntısına inmek gerekirse... 1919'da Birmingham'da saygı gören ailelerden biri de Shelbyler, nam-ı diğer Peaky Blinders. Soygun ve at yarışıyla para kazanan bu çete, yaşadıkları yerin koruyuculuğunu da yapmakta. Ailenin reisi ve çetenin lideri Thomas Shelby, hırslı ve tehlikeli biri; fakat bir yandan da travma sonrası stres bozukluğu ile mücadele etmekte. Evin erkekleri savaştayken evi çekip çeviren, ailenin gayriresmi reisi Polly Shelby ise Shelbylerin halası ve ailenin en yaşlısı. Arthur Shelby Jr., Shelby kardeşlerin en büyüğü olsa da çetenin ve evin başındaki isim değil. John ve Finn, diğer Shelby erkekleri. John, 4 çocuğuna hem babalık hem annelik yapmaya çalışan ama bir yandan da çete işlerinde aktif rol alan biri. Finn ise ailenin en küçüğü, bu yüzden de çete işlerinden özellikle Polly tarafından korunmakta. Shelby erkeklerinin tek kız kardeşi Ada, çete işlerinin çok da içinde değil; fakat Shelby adı kendisini sıklıkla bu işlere doğru çekmekte. İşte bu aile, bir soygunda yanlış malları çalınca şehre Kraliyet Ordusu'ndan Başmüfettiş Campbell geliyor. Kayıp malları kurtarmak ve suçluları yakalamak amacıyla Birmingham'a atansa da başmüfettişin asıl amacı, çetelerden rüşvet yiyen polislerle bu çeteleri yok etmek ve kendisi işe, Peaky Blinders ile başlıyor.

Dizinin merkezinde Peaky Blinders çetesi olsa da, senaryo bununla sınırlı değil. İngiltere'de gerçekleşen dönemin politik hareketleri ve kitlesel işsizlik, senaryoya aktarılan durumlardan. Dönemin kıyafet modası ile İngiltere'nin savaş sonrası durgun atmosferi de ekranlara ustaca yansıtılıyor.

Dizinin oyuncu kadrosu oldukça zengin. Farklı yapımlardan tanıdığımız birçok oyuncuyu Peaky Blinders'da görüyoruz; Batman'in Scarecrow'u ve Harry Potter'ın Narcissa Malfoy'u, tanıdık simalardan... Bütün oyuncuları beğenerek izliyorum ama özellikle Cillian Murphy ve Paul Anderson'ın performansları müthiş.

Bölümlerde kullanılan şarkıları da çok sevdim. Şarkılar, diziden bağımsız olarak dinlendiğinde de zaten harika parçalar... Bir de dizinin o karanlık havasına, Shelbylerin hareketli yaşamına, yürütülen gizli kapaklı ve şiddet dolu işlere çok güzel uyuyor. Nasıl her bir kıyafetin, her bir mekanın döneme uygunluğunun en ince ayrıntısına kadar planlanması bize görsel ziyafet olanağı tanıyorsa; dizide kullanılan kaliteli müzikler de tam bir işitsel şölen sunuyor.

Güçlü oyuncu kadrosu, bol aksiyonlu senaryosu, döneme uygun kostüm ve dekor seçimleriyle Peaky Blinders'ı büyük bir zevkle izledim, izliyorum. Diziyi başta dönem dizilerini sevenlere tavsiye ediyorum. Ama herkesin Peaky Blinders'da bir şeyler bulacağından ve bu nedenle diziyi bir çırpıda izleyeceğinden kuşkum yok ^_^


Temmuz başlarında bir başka dönem dizisi olan Mad Men'e başlamıştım. Aslında diziyi çok önceleri duymuştum, fakat nedense başlamamıştım. Bu sefer, izleyecek dizim kalmadığından Mad Men'e bir göz atmak istedim ve ilk sezonu tek oturuşta bitirdim.

Dizi, 1960'ların New York'unda geçiyor. Sterling Cooper reklam ajansında kreatif direktörlük yapan Don Draper adında bir adamın hayatı, dizinin merkezini oluşturuyor. Don Draper tüketici mantığını çözmüş, reklamlar için ürettiği fikirleri müşterileri olan firmalara onlar istemese bile satabilen, işinde son derece başarılı, zeki ve yaratıcı birisi; aynı zamanda evli ve iki çocuk babası... Mükemmel bir hayatı olsa da kendisi nadiren mutlu görünüyor. Dizi boyunca Don'un gerek iş gerekse özel hayatı dizinin odak noktası olsa da, sırlarla dolu geçmişi de ara ara kendini gösteriyor. Aynı zamanda Don'un çalıştığı firmadaki personellerin hayatı ve reklamların oluşturulma süreçleri de dizide işleniyor.

Senaryo, altmışları çok iyi yansıtıyor; erkekler egemen iş hayatında kadınlara uygulanan cinsel taciz ve ayrımcılık, siyahilere yapılan ırkçılık, su gibi tüketilen içkiler, biri sönmeden diğeri yakılan sigaralar... Her bölümde görülen bu durum ögeleri dışında, arka planda Kennedy-Nixon seçimi veya 1962 uçak kazası gibi dönemin önemli olaylarına da yer veriliyor.

Moda ve tasarım konusunda bir dönem Mad Men rüzgarı esmişti. Dönemin dekorasyon ve kıyafet modasının retro dokunuşlarıyla, hayatlarına biraz altmışlar katmak isteyenler Mad Men'i izlemiş ve incelemişti. Ama ben, bundan ziyade dizinin altmışların stilini ekranlara nasıl yansıttığından bahsetmek istiyorum. Dekordan sorumlu Ellen Freund dizide kullanılan aksesuarlardan eşyalara her bir parçayı büyük bir özenle arayıp buluyormuş. Çoğunu, sahiplerinin sattığı alışveriş sitelerinden veya arkadaş ve tanıdıklardan alsa da bazıları için açık artırmalara gidiyormuş. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgiyi şurada bulabilirsiniz :) Ellen Freund ile yapılan o röportajda da görüldüğü gibi, izleyicileri altmışlar atmosferine götürebilmek için çok büyük uğraşlar verdikleri ortada...

Bunun dışında, dizinin tüketim psikolojisini de çok iyi yakaladıklarını düşünüyorum. Geçen senelerde okulda tüketici psikolojisi dersini almıştım; reklamlarda kullanılan tekniklerden satın alma isteğinin oluşturulmasına kadar sektörde kullanılan birçok yöntemi şaşkınlıkla karşılamış ve öğrenmiştim. Keşke diziyi, dersi aldığım o dönemde izlemeye başlasaydım diyorum; derste öğrendiğim çoğu bilginin uygulaması Mad Men'de yapılıyordu çünkü. Dizideki tüketicinin isteği, malı pazarlamada kullanılan taktikler, reklam afişlerindeki görsellerin ayrıntıları ve sloganlar gibi birçok öge gerçeğe son derece uygundu. Psikoloji kısmı benden geçer puan alan dizide, 60'lardaki gerçek reklamlara ve bunların oluşma süreçlerine de yer veriliyor. Dizinin bu kadar çok ödül almasına şaşmamak gerek; insan Mad Men'i izlerken kendisini altmışların Amerika'sında kolaylıkla bulabilir.

Mad Men, senaryo ve dekor kadar oyuncu performansıyla da göz dolduruyor. Jon Hamm ve Christina Hendricks'in oyunculuğuna zaten bayılıyorum. January Jones'un da karakterine başarıyla hayat verdiğini düşünüyorum. Elisabeth Moss ise Peggy'nin karakter gelişimini mükemmel bir biçimde ekranlara yansıtmayı başarıyor.

Mad Men gerek oyuncuları gerekse senaryosuyla muazzam bir yapım. Diziden, herkesin kendine bir şeyler bulabileceğini düşünüyorum; bu yüzden de diziyi herkese tavsiye ediyorum :)


Salem'e Fringe'i bilmem kaçıncı kere izlediğim geçen haftalarda başlamıştım. Fringe'in Ajan Lee'si Seth Gabel'ı başka yapımlarda görmek istemiştim. Yani diziye başlama nedenim, dizinin konusundan çok Seth Gabel'dı :D

Salem, 17. yüzyıl sonlarındaki Massachusetts'teki cadı mahkemelerini konu edinen bir yapım. Dizinin odağında ise Salem kasabasında yaşayan ve geçmişte yapmak zorunda olduğu bir eylem yüzünden kendini büyücülüğün içinde bulan Mary Sibley var.

Dizinin senaryosu, tarihi Salem cadı mahkemelerinden esinlenilerek hazırlanmış. Yani dizideki olaylar, tarihi birebir yansıtmıyor; fakat gerçek olaylardan besleniyor. Fakat dizide bazı tarihi kişilere rastlamak mümkün. Örneğin, Salem cadı mahkemelerinin en büyük destekçilerinden Cotton Mather'ı dizide görüyoruz ki kendisini, diziyi izleme sebebim olan Seth Gabel canlandırıyor :)

Dizinin henüz birkaç bölümünü izledim, senaryo fena değil gibi... Öyle çok aman aman bir kurgu yok; ama merak uyandırmayı ve korkutmayı başarıyor. Özellikle ilk bölümü çok korkutucu bulmuştum. Gerçi bunda, korku ögelerinin bu kadar güçlü olacağını beklemememin de etkisi var; bu yönüyle dizi, beni hazırlıksız yakalamıştı. İlk bölümden sonra dizinin temposunu kavradığım için sonraki bölümler ilki kadar korkutucu gelmedi. Hatta korkuyu tam dozunda buldum; uyutmayacak kadar değil, birkaç saatliğine uyku kaçıracak düzeyde bir korkutuculuğu var dizinin. Her bölümde saklı bir gerilim de var ve bu, her an açığa çıkacakmış gibi duruyor. Ayrıca, dizinin o karanlık atmosferinin verdiği diken üstündelik hissini de gerçekten çok seviyorum ^_^

Oyuncuların çoğunu daha önce bir başka yapımda görmemiştim;sadece, Peaky Blinders'dan tanıdığım Iddo Goldberg'i biliyorum. Performansına hayran kaldığım bir tek Seth Gabel var; diğerlerinin oyunculuğu hakkında bir şeyler söylemem için henüz erken. En azından ilk sezonu bitirip öyle yorum yapmak istiyorum.

Cadı mahkemeleri gibi konularla ilgiliyseniz Salem'ı izleyin, derim veya benim gibi Seth Gabel'ı başka bir yapımda görmenin nasıl olacağını merak ediyorsanız... Bir de diziye başlamadan önce beklentinizi düşük tutmanızı öneririm.

post signature
Paylaş:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder