, , , ,

2018 Yılının En İyileri!


2018'in son gününden merhaba! Yeni yılınızı şimdiden kutluyorum :) Dileklerinizin gerçekleştiği bir yıl geçirmenizi dilerim :) 2019'da daha düzenli bir hayatımın olmasını diliyorum ben. Yeni yıl ile birlikte hem burayı hem de özel hayatımı belli bir düzene oturtacağım bazı fikirlerim var, bunları gerçekleştirmek için sabırsızlanıyorum ^_^

Bugünü, klasikleşmiş yılın en iyileri yazısına ayırdım. Okuduğum en iyi kitapları, izlediğim en iyi filmleri listeledim ^_^

Okuduğum En İyi 5 Kitap

Bu yılı, geçen seneye kıyasla, kitap açısından çok iyi geçirdiğimi söyleyebilirim. 2018 benim için, bolca çizgi roman okuduğum ve kitap zevkimin -özellikle de çizgi romanlarda- artık oturmaya başladığı bir yıl oldu.



Saga, bu yıl okuduğum en iyi kitap olmakla kalmıyor; aynı zamanda, okuduğum en iyi çizgi romanlardan biri de... Bilim kurgunun birazcık fantazya ile karıştırılıp gerçek sorunların, çatışmaların anlatıldığı müthiş bir eser. Saga'yı çizgi roman seven, sevmeyen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.



Bir süredir fantastik kitaplardan uzaklaşmıştım, fakat Cadıların Keşfi bunu, kısa bir süreliğine de olsa tersine çevirdi. Bayağıdır böylesine keyif aldığım, içinde kaybolabildiğim bir fantastik kitap okumamıştım. Büyüleyici karakterleri ve sırlarla dolu kurgusuyla Cadıların Keşfi, bu yıl okuduğum en iyi kitaplardan, serilerden biriydi.



Gurur ve Önyargı, uzun zamandır okumak istediğim ama elimin bir türlü gitmediği kitaplardan biriydi. Kitap, herkesin dediği kadar vardı; ama ben en çok da yazıldığı zamanın romantizme bakışını okumaktan çok keyif aldım.



Koku, okumadan önce filmini izlediğim kitaplardan biri ve bu yılki en iyiler listeme girdi. Kitabın anlatımı güçlü, felsefi yanı kuvvetli; ama ben özellikle canlı, hissettiren betimlemelerine hayran kaldım. Herkese tavsiye ediyorum.



Asimov'un eşsiz düşünceleri ve engin tartışmalarıyla geleceği, bilhassa yapay zeka alanındaki çalışmaları şekillendireceğini düşündüğüm, her yönüyle etkileyici bir kitap. Asimov evrenine girmek için Ben, Robot'un okunabileceği kanısındayım.


İzlediğim En İyi 5 Dizi

Bu sene gerek tür, gerekse ülke bakımından çeşitlilik gösteren diziler izledim. Dizi konusundaki performansımı geçen seneye göre düşük bulsam da izlediğim dizilerin kaliteli yapımlar olması, bunu telafi ediyor :)



Zekice yazılmış senaryosu, çeşitli karakterleri ve başarılı oyunculuklarıyla La Casa de Papel, bu yıl izlediğim en iyi dizilerin başında geliyor. Ayrıca dilini bilmediğim, anlamak için altyazıya ihtiyaç duyduğum farklı yapımları izleyerek entelektüel birikimimi artırmak konusunda bana önayak olan bir diziydi.



A Discovery of Witches'ın senaryosu da kitabı gibi gizem doluydu. Önce diziyi izlesem de, daha sonra kitabı okuyunca fark ettim ki oyuncu seçimleri fazlasıyla yerindeydi. Kitabı gibi dizisini de büyük bir keyifle tükettiğimi söyleyebilirim. Tek şikayetim, dizide her şeyin bir çırpıda olup bitmesiydi. Onun dışında, A Discovery of Witches bu yıl izlediğim en iyi dizilerden biriydi.



Şahsiyet nefes kesen, sürükleyici senaryosu ve kaliteli oyuncularıyla bir solukta bitirdiğim, en iyi Türk yapımlarından biri. İntrosu, olayların anlatılış biçimi, sahnelerin çekimleri, renklerin ve nesnelerin kullanımı o kadar güzel ki; her sahnesi birer şölen...



2. sezondaki karakter odağı değişimi dışında, orijinal Skam'a bu kadar benzeyen, bu benzerliğiyle hem orijinalini hem de kendisini övebilen bir Skam versiyonu daha yok. Skam Italia, oyuncuların karakterlere uygunluğundan performanslarının canlılığına kadar, her şeyiyle Skam'a yeni bir soluk getiren fakat aynı zamanda eskisini de yad ettiren, müthiş bir uyarlama. Skam'ı sevenlerin İtalyan versiyonuna bakması gerektiğini düşünüyorum.



Viktoryen Dönemi gerek kostümleri gerekse mekanlarıyla ekranlara çok iyi yansıtan, etkileyici bir dizi. Tarihin ilk modern sayılabilecek psikolojik çalışmalarını nasıl işlediğini merak ettiğim için diziye başlamıştım, ama umduğumdan çok daha fazlasını buldum. Bana biraz Sherlock'u, biraz da Penny Dreadful'u hatırlatıyor ve bu iki yapımı seviyorsanız The Alienist'e bakmanızı öneririm.


İzlediğim En İyi 5 Film

Kendimi uzun soluklu dizilere kaptıracak zamanım pek olmadığından, filmlere ağırlık verdiğim bir yıl geçirdim. Dizilerde olduğu gibi, film konusunda da farklı ülkelerin farklı türlerdeki yapımlarını izlemeye çalıştım.



Şu film hakkında, daha önce söylemediğim ne yazabilirim, bilmiyorum... Hayatımda izlediğim en güzel, en saf, en yoğun filmlerden biriydi. İzlemediyseniz mutlaka izleyin, sonra bir daha izleyin, sonra bir daha, bir daha...



Avengers: Infinity War, bu yüzyılda çıkan bütün Marvel filmlerini bir araya getiren, Marvel evreninin en önemli filmi. Her bir sahnesinin büyük önem taşıdığı, baştan sonra soluksuz bir biçimde seyrettiğim, harika ötesi bir filmdi. Devamını da dört gözle beklemekteyim ;)




Şu film için Eddie Redmayne'in oyunculuğu deyip, geçmek istiyorum. Çünkü The Danish Girl'ü tanımlayacak daha açıklayıcı, isabetli kelimeleri yazabileceğimi sanmıyorum -_-



Parodilerle dolu senaryosu ve ilginç karakterleriyle Heathers, izlediğim en garip ve komik filmlerden biriydi. Oyuncuların güçlü performanslarıyla, dikkatleri çektiği tartışmalı noktalarıyla cüretkar bir yapım. Kara mizah sevenlere, izlemelerini tavsiye ederim.



Jeux d'enfants, izlediğim en alışılmadık romantik filmlerden biriydi. Oyuncuların tutkulu performanslarına bayıldım; senaryosunu ise biraz merak uyandırıcı, biraz da kavraması güç buldum. Fakat o filme yakışır şaşırtıcılıktaki sonu gerçekten hoşuma gitti.


post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , , , , , ,

Yorum: Call Me by Your Name (2017)

Tür: Dram, Romantik
IMDb Puanı: 7,9 (137.070 oy)
Türkçe Adı: Beni Adınla Çağır
Yönetmen: Luca Guadagnino
Oyuncular: Armie Hammer, Timothée Chalamet, Michael Stuhlbarg, Amira Casar, Esther Garrel...
Vizyon Tarihi: 23 Şubat 2018
Süre: 132 dk.
1983 yazında, İtalya’nın kuzeyinde 17 yaşındaki Amerikalı Elio Perlman günlerini, ailesinin 17 yüzyıldan kalma villasında geçirmektedir. Miskince notaların kopyasını çıkarıp, arkadaşı Marzia ile flörtleşmektedir. Bir gün, doktora tezi üzerinde çalışan 24 yaşındaki Oliver, Greko-Roman kültür alanında çalışan Elio’nun babasına yardım etmek için yanlarına gelir. Elio ve Oliver kısa bir süre içinde bu yazın, hayatlarını sonsuza dek değiştireceğini fark ederler.
Yıllar sonra, bir film yorumu yazmaya girişiyorum. Aslında gerçekleştirdiğim bu eylem bile, filmin beni ne derecede etkilediğine dair ipucu veriyor olmalı. Filmi ilk izleyişimin üstünden 24 saat bile geçmeden, klavyenin başına geçtim; yorumu sıcağı sıcağına yazmak istedim. Bu konuda bir tercihimin olduğunu da pek sanmıyorum; zira aklımdakileri yazmazsam, birileriyle paylaşmazsam duygu yoğunluğundan patlayacakmışım gibi geliyor.

Filmi bir süredir biliyor olduğumla başlayayım, o zaman... Yanılmıyorsam geçen sene, filmi ilk duyduğum zamanlardı. Filmin adını her yerde, herkesten o kadar çok duymuştum ki filmi araştıracak kadar merak edemeden filmden soğumuştum. Daha sonra kitabından haberim oldu ve arkadaşlarımın bazılarının birkaç kez bahsetmesi dışında, 15 saat öncesine kadar bu filmle bir daha karşılaşmadım. İzleyecek film arayışındayken Call Me by Your Name'e denk geldim ve filmin neden olduğu bütün o furyayı aklımdan çıkarıp filmi biraz inceledim; kitabını okumayı sonraya bırakıp filmi izlemeye karar verdim.

Call Me by Your Name'den uzak durmamın en büyük nedeni, karakterlerin tanıtımlarda lanse ettirilen ilişkisiydi. Birkaç kişi dışında -hemen hemen herkesten ve her yerden- kitabı ve filmi eşcinsellik vurgusuyla yan yana gördüm, duydum. Özellikle son birkaç yıldır LGBTI+'ın ekranlarda fazlasıyla kullanıldığını görüyoruz. "Kullanıldığını" diyorum; çünkü bu konuyu odağa koymadan, reklamını bunun üzerinden yapmadan işleyen yapımların sayısı ne yazık ki çok az... LGBTI+ hareketlerinin son zamanlarda kazandığı ivmeden yaralanıp bunun çeşitli çalışmalara alet edilmesine sıcak bakamıyorum. LGBTI+ konularının tanıtımlara koyulmasına, bu sıfatlar üzerinden bazı tanımlamaların yapılmasına gerek olmamalı. Demek istediğim, "yaşanılan ilişki" ile "eşcinsellerin yaşadığı ilişki" arasında bir fark göremiyorum ben; ikisi de sevgi, ikisi de aşk. Fakat sanırım bu konuya ilgi ve dikkat çekip kabulünü kolaylaştırmak, biraz da yapımı satmak için bu tarz çalışmalarda bulunmak gerekiyor çünkü dünyaca, henüz o noktaya ulaşabildiğimizi sanmıyorum.

Filme yakından bakınca, ilişkiye yaptığı vurgunun cinsel yönelimden ziyade ilişkinin içeriğine dair olduğunu gördüm. Call Me by Your Name'in en sevdiğim yanlarından biri de işte, bu... İki bireyin arasındaki aşk, o saflık ve sıcaklık o kadar güzel işlenmiş ki... Call Me by Your Name aşkın cinsel kimliklerden, cinsel yönelimlerden sıyrılıp aşkın varlığına, aşkın kendisine dayalı müthiş bir bakış açısına sahip. Bu arada, ben Elio ve Oliver'ın arasındaki çekime "aşk" diye bir etiket koyuyorum ama aslında bu, tanımlanamayacak kadar kuvvetli ve değerli bir şey. Nitekim bu gerçek de filmde sıklıkla gösteriliyor, hatırlatılıyor.

Aşkın nasıl işlendiği kadar, ona hayat veren oyunculara ve performanslarına da bayıldım. Bunu, oyuncular heteroseksüel oldukları halde LGBTI+ karakterlerini canlandırdıkları için söylemiyorum; karakterlerin hissettiklerini böylesine bir tutkuyla ekrana yansıtıp yaşadıkları şeyi bana da, ta içime kadar hissettirdikleri için söylüyorum. Aralarındaki kimya tek kelimeyle mu-az-zam! Filmi izledikten sonra Timothée Chalamet ve Armie Hammer'ın konuk olduğu çeşitli programları, röportajları da izledim; henüz çıkamadığım ve kim bilir ne zaman çıkacağım Tumblr batağından hiç bahsetmiyorum bile... Bu kimyanın, en az oynadıkları karakterlerinki kadar güçlü bir dostluktan kaynaklandığını görünce filmi bir kez daha, ama bu sefer ayrıntılara dikkat ederek, izlemek istedim ve izledim.

Çekimlerindeki derinlikleri görmek ve yönetmenin ufacık bir harekete yüklediği anlamı, senaryoya gizlenen metaforları yakalamak için filmi en az bir kez daha seyretmenizi tavsiye ederim. İlk izleyişimde, olaylara doğrudan girildiği için, başlangıçta kafam biraz karışmıştı. Karakterleri tanıyıp niyetlerini anlayınca, olayların geçtiği mekanlara da aşina olunca ekrana yansıtılan o sahnelerin sadeliklerinin, doğallıklarının değerini bilmek kolaylaştı; tüm senaryoya yayılmış o ince detayları görmek ise acayip keyifliydi.

Moscazzano, Crema ya da Bergamo'nun yaşadığım şehirle- hatta ilçeyle- benzerliği sarsıcıydı; evlerin mimari yapısı, arnavut kaldırımlı yolları, iklimi, o şehirlerin her bir ayrıntısı sanki tüm bunlar doğup büyüdüğüm yerlerin birkaç sokak ötesinde gerçekleşiyormuş gibi hissettirdi bana. Çekimlerin yapıldığı mekanlar, on yıl kadar önce her yaz ailecek gittiğimiz Ege kıyılarındaki yazlıklarla dolu o beldeyi de anımsattı biraz. Tatilin kitaplarla, öğlen uykularıyla, sohbetlerle geçtiği o atmosferin ve teknoloji yoksunu dekorasyonun beni -doksanlı yıllarda doğmuş olsam da- her şeyin daha basit, daha iyi olduğu o zamanlara; Elio'nunki gibi geçirdiğim yaz tatillerime ve çocukluğuma götürerek hissettirdiği nostalji de cabası... Filmde çekimlerin yapıldığı meydanlara, konutlara, bağlara, bahçelere; açık ve kapalı bütün mekanlara hayran kaldığımı da açıkça söylemeden geçemeyeceğim.

Call Me by Your Name, kuşkusuz bu sene izlediğim en iyi filmdi. Duyguların işlenişi o kadar yoğun, o kadar yalın ki... Aşkın bencilliğine, neden olduğu veya barındırdığı dramalara yer vermekten ziyade acısıyla, mutluluğuyla, her şeyiyle aşkın mevcudiyetine odaklanılması ise filmi daha da samimi, sahici ve son derece saf kılıyor. Sarsıcı senaryosu kadar usta oyuncuları, oyunculukları ile de gönlüme taht kuran ve etkisini uzunca bir süre hissedeceğimi düşündüğüm ender yapımlardan biri. Filmin yaş sınırının olduğunu da hatırlatıp izleyeceklere iyi seyirler diliyorum. Ben ise filmi bir kere daha izleyecek gücü şimdilik kendimde bulamıyorum; zira güç, üzüntü, şefkat dolu bu sahneleri izlemeyi gönlüm tekrar kaldırabilir mi, emin değilim...


post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , , ,

Yorum: Pierre Boulle - Maymunlar Gezegeni

Tür: Bilim Kurgu, Fantastik, Klasik
Goodreads Puanı: 3,93 (28.527 oy)
Orijinal Adı: La planète des singes
Yayınevi: İthaki Yayınları
Çeviri: S. İpek Ortaer Montanari
Basım Yılı: 2015
Sayfa Sayısı: 208
"Aklını kullanabilen insanlar mı? Hayır, bu mümkün değil; bu noktada yazar ne yazık ki maksadını aşıyor!"

Pierre Boulle, Avrupa'dan çıkıp yazdığı bilimkurgu romanıyla vahşi batılı meslektaşlarıyla baş edebilen ilk, belki de son frankofon. Maymunlar Cehennemi ve diğer sinema uyarlamalarına da ilham kaynağı olan Maymunlar Gezegeni ise, insanlığın en derin korkularından birinin eşsiz anlatısı.

Çok da uzak olmayan bir gelecekte üç uzay gezgini; verimli ormanları, yaşanabilir iklimi ve temiz havasıyla Dünya'ya fazlasıyla benzeyen bir gezegene iniş yapar. Bu gezegen her yönüyle kusursuz gözükse de aslında hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

Gerçek, çok geçmeden açığa çıkar: Bu gezegende insanlar vahşiyken, uygar maymunlar onların efendileridir. Henüz maceranın başında yol arkadaşlarından kopup tek başına mücadele etmek zorunda kalan Ulysse Mérou, bu cennet görünümlü cehennemden kurtulmanın yollarını tek başına bulmak zorundadır.

Ulysse, insanlığın kurtarıcısı olmayı başarabilecek mi? Yoksa bu lanetli geleceğin son tanığı mı olacak?

Maymunlar Gezegeni, insanlar gezegeninden daha insani bir satir.

"Maymunlar Gezegeni, Gulliver'ın Gezileri'nin gelecekteki versiyonu."
-Louisville Times

"Romanın şaşırtıcı finali bile tek başına dehşet verici."
-Newark News
Maymunlar Gezegeni'ni, uzun zamandır okumak istediğim kitaplardan biriydi. Daha önce filmini izlediğim için, kitabı okumayı sonraya bırakmıştım; filmi biraz unuttuktan sonra okumayı planlamıştım. Nitekim, bu sene filmi pek iyi hatırlamadığımı fark ettim ve kitabı okumaya karar verdim. Maymunlar Gezegeni'ni, yine arkadaşlarla beraber okuyup tartıştık :) Kitaba ilkbahar sonu gibi başlayıp yaz başında bitirmiştim.

Kurgusu, gerek altyapı gerekse yapı bakımından muazzam... Biyoloji, sosyoloji, psikoloji gibi çeşitli alanlardan beslenerek derin, fakat çok da karmaşık olmayan bir kurgu inşa edilmiş. Kurgusu bünyesinde birçok farklı konuyu barındırsa da temel dayanağının evrim olduğunu söylemek, yanlış olmaz. İnsanlar yerine maymun türlerinin evrim geçirip uygarlaştığı farazi senaryo, kurgunun bel kemiğini oluşturuyor. "Ya şöyle olsaydı" dedirten, bu şekilde hayatı sorgulatan kurguları okumayı ve izlemeyi çok seviyorum. Biraz da o nedenle Maymunlar Gezegeni'ni ayrıntısına kadar incelemek, hakkında uzun uzun yazmak istiyorum; yani kitabı hem öveceğim, hem de yereceğim.


Yerme kısmıyla başlayalım, o vakit... Mesleğim gereği, beyin ve evrim ile ilgili normalden daha fazla bilgi sahibiyim. Bu yüzden, "maymunların insanlardan daha zeki olduğu" bu senaryoyu sadece okuyup geçemiyorum. Evrimsel süreçte maymunların diğer canlılardan nasıl farklılaşıp bilişsel becerileri nasıl kazandığını, bilinçli olduğunun bilincine nasıl vardığını merak ediyorum. Maymunlar Gezegeni'nde bunun ayrıntısına pek inilmiyor; maymun türlerinin iki ayakları üstünde durmaları veya fiziksel beceri ve güçlerinin alet kullanmalarını sağlaması ile ilgili bazı teoriler ortaya atılıyor sadece. Pierre Boulle, iki ayak üstünde durmanın avantajlarıyla evrimi bu açıdan doğru bir şekilde yakalasa da maymunların alet kullandığı düşüncesini doğru kanıtlarla desteklemiyor ve kurgunun gerçekçiliğini şüphe altında bırakıyor. Çünkü insanlardaki evrimsel gelişmenin nedenlerinden biri olan alet kullanımının ve aletleri kavramanın ilk üç parmakla, özellikle de baş parmakla, ilişkili olduğunu biliyorum. Kitapta ise, maymun türlerinin parmaklarından bahsedilmese de, insanların parmaklarından "kısa" olarak bahsediliyor. Bu da demek oluyor ki Soror'un gelişmiş türlerinin el yapısı Dünya'nın maymunlarınki gibi; alet kullanımına insanlarınki kadar elverişli değil. Öyleyse, nasıl oluyor da Soror'un maymunları alet kullanarak evrimleşmelerine rağmen aynı el yapısını koruyabiliyorlar? Aynı şekilde, kitapta insanların "iki eline, kısa parmaklarına ve sakarlıklarına" bakarak doğuştan gelen bir engeli olduğuna ve alet kullanamamalarına vurgu yapılıyor. Soror'un insanlarıyla aynı el yapısına sahip Ulysse nasıl oluyor da defter ve kalem tutarak ellerini Soror'un maymunları gibi kullanabiliyor?

Kurguda takıldığım bir diğer nokta da yine, Soror'un maymun türlerinin fiziksel özellikleriyle ilgili: kafatasları ve dolayısıyla beyinleri... Kitapta gorillerin yüzü, "konik şekilli kafaya, basık bir buruna, çıkık çene kemiğine" sahip olarak, Dünya'dakine benzer bir şekilde betimlenmiş. Eğer kafatasları Dünya'dakiler gibiyse, beyinlerinin de Dünya'daki gorillerinki gibi olduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır. Zira Dünya'daki gorillerin kafataslarının konik biçimde olması, gözlerinin beynin hemen önünde yer alması zekalarını doğrudan etkileyen unsurlardan. Çünkü insanların göz çukurlarının kafatasının altına doğru gerilemesi, planlama veya problem çözme gibi yüksek bilişsel işlevlerden sorumlu frontal lobun -özellikle de prefrontal korteksin- genişlemesine imkan sağlıyor. Ayrıca, insan kafatasının küreleşmesiyle zekasının artması arasında da bir ilişki var. Yani, Soror'un gorillerinin konik biçimli kafatası; el-göz koordinasyonunu sağlayan parietal lobun, dili anlamada görevli Wernicke alanını içeren temporal lobun veya konuşmayı üretmede görevli Broca alanını içeren frontal lobun gelişmesini uzamsal olarak kısıtlıyor. Öyleyse, nasıl oluyor da bu kafatası yapısıyla Soror'un gorilleri çeşitli yüksek bilişsel işlevleri yerine getirebiliyor? Soror'un gorilleri kafatası bakımından Dünya'dakilerine benziyorsa, kitapta geçen diğer maymun türlerinin kafataslarının da Dünya'dakilerine benzediğini varsayabiliriz... O halde sadece goriller için değil, Soror'un tüm "yüksek bilinçli" maymun türleri için bu soruyu sormak gerekiyor.

Bu noktalar kitabı okuduğum sıralarda ve kitabı bitirdikten sonra da aklıma çok takıldı. Bilim kurgunun, kaliteli bilim kurgunun, en azından yazıldığı zamanın bilimsel gerçeklerinden doğru bir şekilde beslenmesiyle yazılabileceğini düşünüyorum. O nedenle, beyin ve kafatası ile ilgili çalışmalar hakkında biraz araştırma yaptım ve bu tarz sonuçları, yorumlamaları içeren çalışmaların kitabın basıldığı sıralarda ve hatta öncesinde de yapıldığını buldum. Yani, Maymunlar Gezegeni'nin en azından bu konuda yazıldığı dönemin bilimsel gerçeklerini yansıtmadığını ya da bu uç düşünceleri destekleyecek kanıt ve gözlemlere kurguda yer verilmediğini ve bilimsel açıdan kurguda tutarlıkların sağlanmadığını söyleyebilirim. Aynı araştırmayı, Dünya'ya olan uzaklığını farklı hatırladığımdan, Betelgeuse için de yapmıştım. Bu konuda bulduklarımı, kitabın evrim kısmında da görmek isterdim. Zira Betelgeuse'ün Dünya'ya olan uzaklığını şu anda dahi tam olarak hesaplamak çok zor; 1950lerde bu mesafe, Pierre Boulle'un kitabında yazdığı gibi 300 ışık yılı olarak hesaplanmış olabilir. O yüzden, mesafedeki bu yanlışlığa takılmıyorum; yazarın evrimi ele alışının aksine, bu konu dönemin bilimsel gerçeklerini yansıtıyor.

Benzer bir mantıksızlığın da kitabın sonlarında yapıldığını düşünüyorum. Spoiler olmaması açısından ayrıntılı bir şekilde açıklamayacağım. Düşüncemi şöyle, üstü kapalı bir şekilde ileteyim: bir türün evriminin, Ulysse'nin hesaplaması göz önüne alınırsa, 700-800 yılda bu kadar hızlı bir şekilde gerçekleşeceği fikrini mantıklı bulmuyorum. Daha gelişmiş bir türün varlığından veya müdahalelerinden dolayı bazı dönemleri atlayarak, bizim geçirdiğimiz evrime kıyasla daha ani gelişmeler gösterebilirler; ama bu derecede değil...


Kurgunun üstüne biraz fazla gittiğimi veya yazarın anlatmak istediği noktaları kaçırdığımı düşünebilirsiniz. Benim için bir bilim kurguda öncelikli olan bilimden nasıl ve ne kadar beslendiği olduğundan, Maymunlar Gezegeni'ninde de öncelikle bu konulara baktım. Kitapta işlenen temaların mesleğim ve ilgi alanımla bu kadar yakından ilgili olması sebebiyle de, Maymunlar Gezegeni'ni derinden incelerken buldum kendimi. Bir de yukarıda bahsettiğim bu açıkların, olay örgüsüne sıkıştırılmış birkaç cümlelik açıklamalarla hem kendi içinde tutarlı hem de yazıldığı dönemin bilimine uygun bir hale getirilebileceğini görebiliyorken bunun yapılmaması, beni hayal kırıklığına uğratıyor.

Kitabı okurken bunları göz ardı etmeye, yaratılan kurgunun içinde kaybolmaya çalışmıştım. Neyse ki, Pierre Boulle'un üslubu ve vurguladıkları bunu kolaylaştırdı. Kitabın bilimsel yanı ağır, üslupta da bu bilimsel yanını hissettiriyor. Olayların anlatılışı da bir bilim insanının gözünden gibi; karakterin olayları değerlendirişi ve etrafını gözlemleyişi, neden-sonuç ilişkisi kurarak çevresindekileri anlamlandırmaya çalışması... Fakat bu, kitabın dilinin ağır olduğu izlenimini vermesin. Tüm bu bilimsellik, vurguladığı noktalar aracılığıyla, kurgunun temelini daha da sağlamlaştırıyor. Yazar bunu yaparken de bilimi basit bir dille, kurguyu açıp kurgunun daha anlaşılır olması için kullanıyor.

Anlatımda bilimin bu kadar öne çıkması Maymunlar Gezegeni'ni sıklıkla bir ders kitabı havasına soksa da, duyguları ustalıkla ele almasına engel oluşturmuyor. Bilakis, Ulysse'nin içinde bulunduğu durumun ciddiyetinin bilimsel olgularla desteklenmesi, karakterin çaresizliğini veya korkularını daha da şiddetle hissetmesini sağlıyor. Pierre Boulle da bu güçlü, ham duyguları ustalıkla kaleme alıyor. Özellikle, maymunların insanlar hakkındaki fikirleri ve insanlara bakışları tüylerimi diken diken etti; hele bir de kitabın yazıldığı, basıldığı dönemlerde maymunların kullanıldığı deneyleri ve bu deneylerdeki artışı düşününce...

Maymunlar Gezegeni'nin sevdiğim bir diğer yanı, şaşırtıcılığının çok yüksek olması. Filmini izlememe, olayların nasıl sonuçlanacağına ilişkin ufak da olsa bilgim olmasına rağmen kitap, o beklenmedik sonuyla beni şaşırtmayı başardı. Daha doğrusu, finali farklı bir açıdan ele alarak filmdekiyle aynı sona getirtmesi beni hazırlıksız yakaladı. İşte, bunu hiç beklemiyordum.

Maymunlar Gezegeni insanların davranışlarını, varlıklarına olan bakış açısını çok güzel yeren; kendini zincirin en üstünde gören, tür olarak özel olduğunu düşünen insanlara gerçeği tokat gibi yüzüne çarpan bir kitap. Bilimsel açıdan gerçeğe biraz daha yakın olsaydı, kitap benden tam puan alacaktı; fakat bu haliyle de ilgimi çekmeyi ve beni şaşırtmayı başardı. Okuyacaklara tavsiyem, kitabın bilimsel yönüne benim kadar takılmayın; kendinizi Pierre Boulle'un ele aldığı meselelerde kaybedin ve sürprizlere hazır olun!



"Bir uygarlığı niteleyen nedir? Olağanüstü dehası mı? Hayır, bu her zaman olan bir şey... Hım! Zekânın hakkını yemeyelim şimdi. Bunun öncelikle sanat ve edebiyat olacağını kabul edelim. Birkaç sözcüğü bir araya getirme yeteneği olan üstün zekâlı maymunlarımız için bunları gerçekleştirmek zor mu peki? Edebiyatımızı oluşturanlar nedir? Şaheserler mi? Bir kez daha hayır. Ancak özgün bir kitap yazıldı mı -bir çağda zaten bir iki tane çıkar- yazarlar bunu taklit eder, yani yeniden yazar, basılan yüz binlerce kitap aynı konudan bahseder, sadece başlıkları ve cümle şekilleri farklılık gösterir. Bu, doğuştan taklitçi olan maymunların başarabileceği bir şey, hele bir de dili kullanabiliyorlarsa."





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , , ,

Yorum: Sun Zi (Sun Tzu) - Savaş Sanatı

Tür: Felsefe, Klasik
Goodreads Puanı: 3,97 (250.525 oy)
Orijinal Adı: Bing Fa
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviri: Pulat Otkan & Giray Fidan
Basım Yılı: 2018 (10. baskı)
Sayfa Sayısı: 72
Sun Zi / Sun Tzu (MÖ 6. yy): Yazarın adı Wade-Giles transkripsiyon sisteminde "Sun Tzu", Pin-Yin transkripsiyon sisteminde “Sun Zi” olarak yazılmaktadır. Doğum ve ölüm tarihi tam olarak bilinmemektedir. Komutan ve düşünür olarak ünlenen Sun Zi’nin Savaş Sanatı adlı eseri insanlık tarihinin en eski ve en fazla araştırılan ve tartışılan strateji eseridir. Bütün dünyada sadece askerlik alanında değil, iş idaresi ve kişisel gelişim gibi pek çok alanda da bir strateji klasiği olarak kabul görmüştür.

Pulat Otkan (1942-2014): DTCF Sinoloji kürsüsü başkanlığını uzun yıllar yürütmüş, bunun yanı sıra Japon Dili ve Edebiyatı kürsüsünü kurmuştur. Japon hükümeti tarafından çok az kişiye verilen “The Order of the Rising Sun, Gold Rays With Rossette” nişanı sahibidir. Çin ve Japon dili, kültürü ve tarihi, Orta Asya Türk Tarihi sahalarında araştırmalar yapmış, çok değerli bilimsel eserler vermiştir.

Giray Fidan (1980): Prof. Dr. Pulat Otkan’ın öğrencisidir. Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Tarihte Türk-Çin ilişkileri, Çin dili, kültürü, tarihi, Sinoloji ve Tibetoloji üzerine araştırmalar yapmaktadır. Türk-Çin ilişkileri, Çin kültürü, tarihi, medeniyeti ve Çin dış siyaseti ile ilgili birçok makale ve kitabı bulunmaktadır.
Savaş Sanatı'nı bayağıdır merak ediyordum; alıp okumayı istiyordum. Birkaç arkadaşla yayınevinin Karşıyaka'daki şubesine uğradığımızda Savaş Sanatı'nın haftanın kitabı olduğunu ve indirime girdiğini görmüştük. Bundan yararlanıp kitabı aldık ve ben de kitabı yaz başında okuyup bitirdim.


Savaş Sanatı, Çinli bir komutanın strateji üzerine verdiği öğütlerden oluşan kısa bir kitap. Komutan olması sebebiyle, verdiği öğütlerin neredeyse hepsi askerlik ve savaş ile ilgili... Fakat Savaş Sanatı, sadece savaş ile ilgili bir kitap değil; içindeki öğütler şirket politikalarından ikili ilişkilere kadar, hayatın birçok alanında kullanılabilecek esneklikte.

Bu öğütler, 13 farklı başlık altında toplanmış. Başlıklardaki konuya göre öğütler, örnek olaylarla açıklanmış. Yazar demek istediğini her ne kadar doğrudan, basit cümlelerle anlatmış olsa da benzetmeler ve istiarelerle yapılmış bazı öğütleri de yok değildi. Bunları okumak, anlamak ve üstünde düşünmek hem zorlayıcı hem de zaman alıcıydı; özellikle de ilk sayfalarda... O nedenle, kitabın inceliğine aldanıp kitabı hemen bitireceğinizi sanmayın. Hatta Savaş Sanatı'nı biraz zamana yayarak okuyun, derim. Her bölüm, her paragraf hakkında uzun uzun düşünmenizi tavsiye ederim. Çünkü yazılanlar hakkında düşündükçe, kitabın eklektik yapısını ve öğütlerin pratikliğini daha iyi görüp anlayacaksınız.

Kitabı okurken dikkatimi çekmeyen ama okuduktan sonra, üstüne düşünürken fark ettiğim bir nokta var: Sun Tzu'nin stratejisi, savaşın her noktasından gelebilecek muhtemel saldırı ve zayıflıkları -tercihen gerçekleşmeden önce- lehine çevirecek tavsiyelerden oluşuyor. Fakat, istatistiksel açıdan her bir değişkeni bırakın hesaba katmayı, belirlemek bile imkansız bir seviyede ki bence kendisinin görüşü de sadece bu noktada başarısızlığa mahkum... Yenilgiye götürecek tahmin edilemeyen değişkenler, nedenler ve sonuçlar mutlaka olacaktır; bunları içerecek derecede kapsamlı bir kılavuzun yazılabileceğinden ise şüpheliyim. Sanırım bu nedenle Sun Tzu, savaşmadan kazanılan zaferi gerçek zafer olarak addediyor.

Kitabın edisyonundan da kısaca bahsedeyim. Çince bilmediğim için çeviri hakkında bir yorum yapamayacağım :D Ama kitabın basımının kaliteli olduğunu söyleyebilirim. İlk sayfalarda yer alan çevirmenin sunuşu ve kitap ile yazarı hakkındaki kısım, kitabın içeriği kadar faydalı... Aynı şekilde, sayfa altlarında verilen dipnotlar da çeviriye ve basıma verilen önemi gösteriyor.


Savaş Sanatı, kitabın adından da anlaşılacağı gibi, savaşın ve stratejinin nasıl bir sanat gibi icra edilmesi gerektiğini açıklayan kısa, fakat düşündürücü bir eser. Verilen öğütlerin geçerliliğini kaybetmeyip asırlardır, farklı alanlarda kullanılmaya elverişli olması kitabın -beni en çok etkileyen- güçlü yönlerinden biri. Savaş Sanatı'nı herkes, mutlaka okumalı!



Düşmana yamaç yukarı saldırma, yamaçtan aşağı gelen düşmanın önünde durma, kaçıyormuş gibi yapan düşmanı kovalama, sıkı askerlerinin üzerine yürüme, düşmanın yemini yutma, geri çekilenlere müdahale etme, düşmanı kuşattığında ona kaçabileceği bir alan bırak, köşeye sıkışmış düşmana baskı yapma. İşte bu savaş sanatıdır.





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , ,

Yorum: Isaac Asimov - Ben, Robot (Robot, #0.1)

Tür: Billim Kurgu, Öykü
Goodreads Puanı: 4,18 (232.010 oy)
Orijinal Adı: I, Robot
Yayınevi: İthaki Yayınları
Çeviri: Ekin Odabaş
Basım Yılı: 2018 (4. baskı)
Sayfa Sayısı: 238
"Robotlar, insanlara zarar veremez ya da eylemsiz kalarak onlara zarar gelmesine göz yumamaz."

Isaac Asimov, bilimin içinden gelip bilimkurguda devrim yapan, bilimkurgunun üç büyük ustasından biri. Ben, Robot ise Asimov'un en önde gelen robot öykülerini topladığı, robot kavramını yeniden sorgulayan, insanlarla robotların ilişkisini en ince noktasına kadar irdeleyen bir bilimkurgu klasiği.

Teknoloji fazlasıyla gelişmiş, insanlık yıllardır kurduğu hayali gerçekleştirerek robot üretebilecek seviyeye gelmiştir. Fakat robotlar geliştikçe, ortaya çıkan problemler de giderek farklılaşma ve karmaşıklaşmaya başlamıştır.

Tıpkı insanlar gibi birbirinden oldukça farklı olan, yalancısından Tanrı'yla konuşanına, çocuk bakıcısından sarhoşuna kadar çeşitlilik gösteren robotlarla birlikte, insanlık da gelişir.

Üç Robot Kanunu'yla çalışma prensipleri belirlenen robotların, insanlığın en iyi yardımcıları olduğuna dair duyulan güven, her olayla birlikte yeniden sınanacaktır. Robotlar ve insanların sordukları sorular da birbirinin aynıdır: İnsan nedir? İnsanların çağının sonu geldi mi?

Ben, Robot, yapay zekânın doğallaşma öyküleri.

"Asimov'un yazdığı en iyi öyküler bu kitapta toplanmış."
-Frederik Pohl

"Asimov'un beni hayal kırıklığına uğratan bir öyküsü daha yok."
-Harlan Ellison
Asimov'la tanışmayı çok uzun zamandır istiyordum; Ben, Robot, gerek filmini daha önce izlediğim için gerekse kitabın yapısı ve işlediklerinden dolayı, bunun için en uygun kitapmış gibi geldi. İlkbaharda başladığım kitabı birkaç ay içinde, ara vererek okuyup bitirdim.

Ben, Robot kısa hikayelerden oluşan bir bilim kurgu kitabı; Robbie, Kovalamaca, Mantık, Tavşanı Yakalamak, Yalancı!, Kayıplara Karışan Robot, Kaçış, Kanıt, Önlenebilir Çatışma olmak üzere 9 hikayeden ve Asimov'un yazdığı, Benim Robotlarım isimli bir adet de sonsözden oluşuyor. İlk sayfalarda ise Giriş metni bulunuyor ki bu kısım, adından da anlaşılacağı üzere, kitaba bir giriş niteliğinde olup devamındaki hikayeleri çeşitli açılardan birbirine bağlayarak hikayeler arası bütünlüğü sağlıyor. 9 hikaye ise kitabın başında verilen Asimov'un robot yasasını farklı noktalardan irdeliyor.


Hikayeler'in Asimov'un robot yasasını işleyişi, kitabın en çok hoşuma giden noktalarından biriydi. Ben, Robot'a Üç Robot Kanunu ile giriş yapılıyor; kitabın devamı, sarsılmaz gibi görünen bu kanunların ifadelerindeki açıklardan türeyen olaylardan oluşuyor. Her hikaye, Asimov'un kanunları gibi, gerek kurgusu gerekse işlediği olaylar nedeniyle bir öncekine kıyasla derinleşiyor; kanunlara daha bir incelikle, dikkatle bakmamızı sağlıyor.

Asimov hikayeleriyle bir yandan robot kanunlarındaki açıkları yakalayıp sınarken, bir yandan da robot ve insan kavramlarını her yönüyle işliyor. Robotların insan gibi görünmesinin, davranmasının, düşünmesinin ne anlama gelebileceği; tüm bunları yapan bir robotun yine de sadece bir robot olup olmadığı tartışılıyor. Dildeki anlam belirsizliği nedeniyle ortaya çıkan, kanunlara aykırı durum ve davranışların robotlarda neden olduğu değişimlere vurgu yapılıyor ve bunların, robotları robotluktan çıkarıp ayrı bir kategoriye koymaya yeterli olup olmadığı inceleniyor.

Ben, Robot'un yazıldığı dönemler, ani ilerlemelerle bilim ve teknolojinin yükselişe geçtiği zamanlardan hemen öncesini kapsıyor. İşlemesi için tam zamanlı personellere ihtiyaç duyan, bir odayı dolduracak büyüklükteki dönemin bilgisayarları, teknolojinin bu alanının emeklemeye başladığının belirtilerinden... Sonraki on yıllarda bilim ve teknolojide alınan yol, beni her zaman etkilemiştir. Asimov'un ortada yapay zeka, hatta yapay zeka kavramı bile yokken robotların programlanma yapılarını ve bunların etik yönünü içeren hikayeleri kaleme alması, beni yapılan bu ilerlemelerden daha çok etkiledi. Hatta Asimov'un, yazdığı robot yasasıyla günümüzün robot algısını ve yapay zeka çalışmalarını şekillendirdiği bile söylenebilir.


Daha ilk hikayeden, doğrudan olaylara girildiği için kitabın başlarında karakterleri ve olayları kavramakta biraz zorlanabilirsiniz. Kurgulanan gelecek ile ilgili bilgileri de ilerledikçe, hikayelerin içinden çekip almak gerekiyor. Fakat okudukça, hikayeler arası bağlantıyı sağladıkça kurguyu anlamak ve Asimov'un arka planda sürdürdüğü tartışmalara dahil olmak kolaylaşıyor. Ben, Robot fazlasıyla düşündüren bir kitap olsa da, akıcılığı ve sürükleyiciliğinden bir şeyler kaybetmiş değil. Bu tartışmaların, irdelemelerin kurguya yedirilmesi okumayı daha da keyifli kılıyor.

İçeriği kısa hikayelerden oluştuğundan Ben, Robot, uzun zamana yayarak da okunabilir. Ama hikayeler arası bağlantıyı ve tartışma kaynaklarını taze tutmak için, kitabın fazla ara vermeden okunması taraftarıyım. Ben, kitabı yaklaşık 2 ayda bitirdim ve kitabı bir daha okumak istiyorum; bir sonraki okuyuşumda ise bunu birkaç haftayla sınırlandırmayı planlıyorum. Çünkü kitabı okurken kaçırdığımı düşündüğüm noktalar, anlamakta zorlandığım kısımlar oldu sanki. Asimov'un Vakıf serisine başlamadan önce, Ben, Robot'u bir kez daha okuyacağım :) Ayrıca, benim gibi önce filmini izlediyseniz kitaba başladığınızda kafanız azıcık karışabilir. Film, kitaptaki son hikayeyi ve Asimov'un düşüncelerini baz alıyor. O nedenle, Ben, Robot'u okumadan önce beklentinizi filme göre ayarlamamanızı öneririm.

Kaliteli bilim kurgu yazarlarının günümüzde kullandığımız aletlerin icatlarına öncülük etmesi fikrini büyüleyici bulurdum. Bundan daha büyüleyici olan ise, Asimov'un icatların yol açtığı sorunları ve bu sorunların çözümünü Ben, Robot'ta ustalıkla ele alması... Asimov'un robotları, insanlığın karşılaşacağı sorunları, robot-insan ilişkilerini ne derecede doğru öngördüğünü anlamamız için önümüzde katetmemiz gereken upuzun bir yol olduğu kanısındayım. Fakat şimdiden, Asimov'un geleceğin yapay zekasına çok büyük katkılarda bulunduğunu söyleyebilirim. Asimov evrenine giriş niteliğindeki bu müthiş eseri herkese, özellikle de bilim kurgu severlere tavsiye ediyorum.



"...bazen sıradan olanı görmek daha zordur. İnsanlar, 'burnunun ucundaki şeyi' görememekten yakınır. İyi de, karşında bir ayna yoksa burnunun ne kadarını görebilirsin ki?"





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, ,

Kitap Alışverişi | 18


Gecikmiş bir alışveriş yazısıyla, herkese merhaba :) Biriken kitap yorumlarına el atınca, geçen ay yaptığım alışverişten bahsetmeyi unuttum ^_^ Yapacağım başka bir alışverişle, bunu birleştirmeyi düşünmüştüm; fakat uzun bir süre kitap almayı düşünmediğimden, yaptığım son alışverişten bahsetmeye karar verdim.

Kitapları Bkm Kitap'tan aldım ve bu, Bkm'den yaptığım ilk alışverişti. Öncesinde siteyi araştırdım ve hakkında olumsuz bazı şeyler duyduğum için açıkçası biraz tereddütlüydüm. Instagram üzerinden bana ulaşıp site hakkında deneyimlerini paylaşanların çok yardımı oldu. Çünkü Bkm'ye ne sitedeki iletişim formundan ne de Whatsapp üzerinden ulaşamamıştım. Müşteri hizmetlerini aramaya karar verdim ve biraz bekledikten sonra kendilerine ulaştım. Sorularım cevaplandıktan sonra siteden alışveriş yapmaya karar verdim ve yukarıdaki kitapları aldım :)

Ruhlar Üçlemesi'ni ilk çıktığı zamanlarda, yakın bir arkadaşım tavsiye etmişti; o sıralar fantastikten uzaklaştığım için -kitap ilgimi çekse de- kitabı edinememiştim. Dizisi ile dikkatimi tekrar çeken Ruhlar Üçlemesi'ni yeniden keşfetmiş oldum :) Her bölümünü sabırsızlıkla bekleyen ben, sipariş geldikten sonra da Cadıların Keşfi'ni okumak için fazla bekleyemedim :D Şimdi, serinin son kitabındayım, bitmemesi için bir süre okumaya ara verdim. Yazacağım yorumları biraz daha azalttıktan sonra kitaba devam edip seriyi bitirmeyi düşünüyorum.

Üçlemenin yanındakiler ise, Domingo'nun çıkardığı Sherlock Holmes çizgi romanları ve sanırım bunlar, bir zamanlar Ntv'nin bastıkları ile aynı... Onlardaki indirim oranını da yüksek bulunca, çizgi romanları sepete attım.

Kitapların yanında, 221B Dergi'nin yeni çıkan sayısını da almak istemiştim. Fakat ellerinde olmadığı için alamadım. Ürünün tükendiği bilgisi, siparişim onaylandıktan bir gün sonra bana mail yoluyla bildirildi ve ücreti kartıma ertesi gün iade edildi. Siparişim de ondan sonraki gün, cumartesi günü elime ulaştı.

Kitaplar, karton kutuda ve hasarsız olarak geldi. Kargo firması Ptt'ydi ve onunla da bir sorun yaşamadım. Siparişten çıkan "kargo garanti belgesi" ise güzel bir alternatifti. Çoğu site, iade işlemlerinde sorun çıkmaması adına, kargoyu teslim alırken paketi açıp kontrol etmemiz gerektiğini salık veriyor. Şahsen ben, çok nadiren uyguluyorum bunu, ki kargo görevlilerinin acelesini de biliyoruz. Kargonun içeriğini inceleyip tutanak tutturmak, kargonun aldığı hasar dışarıdan görünmeyecek durumdaysa zor... Bkm'nin bu özelliği sayesinde, iade işlemlerinin en azından kolaylaşacağını düşünüyorum.

Sonuç olarak, oldukça memnun kaldığım bir alışveriş gerçekleştirdim. Özellikle, kitapların temini konusunda çok hızlı olmalarını sevdim. İlla ki olumsuz bir eleştiri yapmam gerekiyorsa, siparişlere koydukları kendi tasarımları olan o ayraçların çeşidini ve adetini artırmalarının daha iyi olacağını söyleyebilirim ;)

post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , ,

Yorum: Agatha Christie - Ölüm Sessiz Geldi (Hercule Poirot, #1)

Tür: Gizem, Polisiye
Goodreads Puanı: 3,98 (189.155 oy)
Orijinal Adı: The Mysterious Affairs at Styles
Yayınevi: Altın Kitaplar
Çeviri: Çiğdem Öztekin
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 256
Poirot'un İlk Vakası

Styles St. Mary köyündeki Styles Köşkü'nde son zamanlarda garip olaylar meydana gelmektedir. Sonunda bir gün, köşkteki yaşlı Bayan Inglethorp'un sağ kolu olan Evelyn, "Zavallı Emily... Hepsi, ama hepsi köpekbalığından farksızlar," diye mırıldanarak evden dışarı fırlar.

Varlığıyla Bayan Inglethorp için bir güvence oluşturan Evelyn'in gidişi, köşkün havasını tümüyle değiştirir. Artık koca evde sonsuz bir kuşku ve ürkütücü bir kötülük havası esmeye başlar...

Kırık bir kahve fincanı, bir damla mum yağı, Begonya tarhı...

Dedektif Poirot, efsanevi zekâsını kullanarak bu ipuçları sayesinde olayı aydınlatacaktır...

"Eşsiz bir yeteneğin elinden çıkmış muhteşem bir eser."
-Daily News.
2 yıl kadar önce, severek takip ettiğim dedektif dizileri arka arkaya yeni sezonlarını başlattığı sıralarda, bu dizilerin gazına gelip polisiye okumak istemiştim. Agatha Christie'ye başlamak, bayağıdır aklımdaydı; kendisinin birkaç kitabını okusam da, yazdığı serileri sırasıyla okumayı istiyordum. Fakat nereden başlayacağımı bilmiyordum. Ben de, Renkli Kitap'ın buradaki yazısını baz almaya karar verdim ve ufak bir okuma sırası oluşturdum kendime. Bu listenin başında ise hem Agatha Christie'nin yazığı ilk kitap olan hem de Poirot'un ilk vakasının işlendiği Ölüm Sessiz Geldi yer alıyor.

Ölüm Sessiz Geldi, Agatha Christie'nin yazdığı ilk roman. Buna rağmen kurgu ve anlatımda, olaylara ortadan dalınmış gibi bir hava hakim. Bazı karakterlerin tanışıklığının, kitapta gerçekleşen olayların öncesine dayanması nedeniyle böyle bir havanın oluştuğunu düşünüyorum. Anlatım tarzının da buna katkısı olmuştur mutlaka.

Olayların anlatımı anı tarzında gibi... Hem dedektifi hem de olayı yaşayan aileyi tanıyan bir karakterin, olanların üstünden belli bir zaman geçtikten sonra vakayı anlatmak istemesiyle açılış yapılıyor. Sonrasında ise anlatıcı, yaşananları kendi bakış açısından kaleme alıyor.


Kitabın çetrefilli olay örgüsü, kitabı okumayı ve katili bulmayı bayağı güçleştirdi. Halbuki, Agatha Christie'nin kitaplarında suçlunun/katilin kim olduğunu bulmayı çok seviyorum. Aynı şekilde, Ölüm Sessiz Geldi'de de bir yandan okuyup bir yandan katilin kim olduğunu bulmaya çalıştım. Fakat kitabın son yarısında sıkılır gibi oldum. Olayın merkezi -yani katilim kim olduğu konusu- dağılma noktasındayken, kitaba biraz ara vermeyi tercih ettim ben. Bir süre sonra, Ölüm Sessiz Geldi'ye sağlam kafayla devam ettim :) İyi ki de öyle yapmışım, diyorum şimdi. Nitekim devamında bütün o deliller ve saklayacak bir şeyi olan şüpheliler fazla geldi. Olay örgüsü de gittikçe içinden çıkılamaz bir hale büründü; delillere ve düşüncelere geri dönüp yeni incelemeler yapıldı, üstü çizilen şüpheliler tekrardan listeye eklendi. Kitabın sonunda her şeyin Poirot tarafından, ayrıntısına kadar açıklanması ise basit gibi görünse de gayet aydınlatıcı bir sondu.

Olayların tanrısal bakış açısı yerine bir karakterin gözünden anlatılmasıyla, anlatımın bazı noktalarda objektif olmadığı göze çarpıyor. Anlatıcının hislerinden ve düşüncelerinden etkilenmiş cümleler, çok sık olmasa da kendini gösteriyor. Anlatıcının bu yanlı anlatımıyla okuyucu, olayları bir okuyucu gibi değil de kitaptaki bir başka karaktermiş gibi öğreniyor. Bu, ufak bir detay gibi gelebilir ama Agatha Christie'nin böyle bir şeye dikkat ettiğini fark etmek hoşuma gitti açıkçası. Kitabın başındaki karakter listesi ve aralara serpiştirilmiş kroki, mektup gibi anlatımı destekleyici ögelerin varlığı da kitapta hoşuma giden ayrıntılardandı. Agatha Christie bunlarla, okuyucusunu hikayeye dahil edip katili karakterlerle birlikte çözmeye teşvik ediyor adeta.

Kitabın tahmin edilebilirliğini ortalamanın üstü buldum ben. Katilin kim olduğu dışında, diğer noktaları kestirmek mümkündü. Katilin kim olduğunu çözmek ise bir hayli zordu. Bunun nedeni olarak, kitabın ilk baskısının şömizindeki şu açıklama sunulabilir:

"This novel was originally written as the result of a bet, that the author, who had previously never written a book, could not compose a detective novel in which the reader would not be able to 'spot' the murderer, although having access to the same clues as the detective."

"Bu roman aslen daha önce hiçbir kitap yazmamış bir yazarın, dedektif ile aynı ipuçlarına sahip olmasına rağmen okuyucunun katili fark edemeyeceği bir dedektif hikayesi oluşturamayacağı iddiası neticesinde yazıldı."

Yukarıdaki yazı, Agatha Christie'nin ablasıyla girdiği iddia sonucu Ölüm Sessiz Geldi'yi kaleme aldığını açıklıyor. Bu açıdan bakınca, katilin tahmin edilememesi normal. Fakat ben, Agatha Christie'nin bir açık bularak bu iddiayı kazandığı görüşündeyim; katilin kim olduğunu ilk sayfalarda doğru tahmin ettirip kitabın devamında, okuyucuyu bu tahmininden vazgeçirecek iddialar sunmasıyla teknik olarak iddiayı kazanmış sayılıyor. İddiayı kazanmak için olay örgüsünü bu şekilde kurgulaması, Agatha Christie'nin parlak zekasının bir ürünü... Bu kitap sayesinde de kendisi, o parlak zekasını kullanarak muazzam eserlere imza atacağı bir çağı başlatmış oluyor.


Çevirisi için kitabın orijinalini de inceledim ve dilinin biraz ağır olduğunu gördüm. The Mysterious Affair at Styles'ı okurken, artık kullanılmayan çeşitli kelimelerin anlamına bakmak için sözlüğe başvurduğum oldu. Kitabın neredeyse bir asır önce yazıldığı göz önüne alınırsa, bu normal tabii ki... Çevirinin, bu kelimelerin günümüzdeki karşılıkları verilerek, güzelce yapıldığını düşünüyorum. Çevirmen gibi ben de, dilin anlaşılır olması için çevirirken bazı değişikliklerin yapılmasını gerekli görsem de, bu şekilde hareket ederek orijinalinin verdiği dönem havasından feragat edildiği kanısındayım.

Ölüm Sessiz Geldi, bir ilk kitaba göre gayet başarılı ve yine bir ilk kitaba göre fazla karmaşık. Böyle yazıyorum ama, kitabı beğenmemişim gibi bir algı oluşmasın. Aksine, kitabı büyük bir zevkle okudum. Ölüm Sessiz Geldi'yi okuduğum sıralarda, işten kafamı kaldıracak halimin olmadığını da eklemeliyim. O yoğunluğun, kitaba ara vermemde birazcık da olsa etkisi var; dolambaçlı olay örgüsünün ise okumayı kolaylaştırdığını söyleyemem. Fakat düzgün çevirisi ve anlatımı destekleyecek ufak eklemeler, Ölüm Sessiz Geldi'yi okumayı kesinlikle keyifli kılıyor.



"Hayal gücünü iyi bir yol gösterici, ama kötü bir ustadır. En basit açıklama çoğu kez en doğru olandır."





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , , ,

Yorum: Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya

Tür: Bilim Kurgu, Distopya, Klasik
Goodreads Puanı: 3,98 (1.203.825 oy)
Orijinal Adı: Brave New World
Yayınevi: İthaki Yayınları
Çeviri: Ümit Tosun
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 336
"Cesur Yeni Dünya" bizi "Ford'dan sonra 632 yılına" götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi'nde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp olduğu için, "annelik' ve 'babalık' pornografik birer kavram olarak görülür Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlanır. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. "Herkes herkes içindir."

"Cesur Yeni Dünya"nın önemi yalnızca ardılları için bir standart oluşturması ve karamsar bir gelecek tasarımının güçlü betimlemesiyle değil, aynı zamanda 'birey yok edilse de süren macerasının' sağlam bir üslupta anlatılmasıyla da ilgili. Huxley, yapıtını ütopa geleneğinin kuru anlatımının dışına çıkarıp 'iyi edebiyat' kategorisine yükseltiyor.
Cesur Yeni Dünya'yı geçen sonbaharda, birkaç arkadaşla birlikte okumuştuk. Bir yandan kitabı okuyup bir yandan da tartışarak güzel zaman geçirmiştik. O konuşmaların ve aldığım notların yardımıyla, bu yorumu yazmaya girişeceğim; bakalım ortaya nasıl bir şey çıkacak :D

Cesur Yeni Dünya, geleceğe bakışı nedeniyle ütopya görünümlü bir distopya. Hastalıkların, açlığın, savaşın olmadığı; istihdamın ve eğitim sisteminin belli bir düzende devam ettiği bir gelecek... Bu yönüyle hepimizin özlem duyduğu bir geleceğin resmi çizilse de, bu "güzel" gelecek için insanlığın feda edildiğini göz ardı etmemek gerek. Huxley, toplumdaki bu sistemli düzenin kurulmasının nesillere yapılacak müdahaleler ile sağlanacağını düşünmüş; bizi biz yapan çoğu özelliği insanlar daha doğmadan değiştirmiş, hatta şekillendirmiş. İnsanların fabrikalardaki ürünler misali, hormonlarına yapılan müdahalelerle ve çeşitli koşullamalarla, arz-talep doğrultusunda üretildiği; duygularından, düşüncelerinden arındırılmış bireyin bireylikten çıkıp toplumunun ihtiyacı olduğu şekilde toplumuna hizmet ettiği; bu sayede istikrarın bozulmadığı ve herkesin mutlu olduğu bir gelecek yazmış.


Huxley'nin kurguladığı bu geleceğin, kitabın yazıldığı zamanın popüler biliminden fazlasıyla beslendiği açık. Kitapta, Pavlov ve Skinner'ın koşullama çalışmalarının çok daha ileri düzeylerdeki hallerinin; temel davranışlar için elektrik şoku veya yüksek ses gibi uyarıcılarla klasik koşullanmanın, daha karmaşık davranışlar için soma adlı uyuşturucu ve sürgün ile dışlanma gibi ödül ve cezanın kullanıldığı edimsel koşullanmanın uygulandığı görülüyor. O nedenle, Cesur Yeni Dünya'yı okumadan önce davranışçılık ile ilgili temel ilkeleri öğrenmenizi tavsiye ederim. Bu bilgileri göz önüne alırsanız, Cesur Yeni Dünya'yı hem keyifle okuyacaksınız hem de daha iyi anlayacaksınız.

Cesur Yeni Dünya yazıldığı dönemin, neredeyse bir asır öncesinin, bilimini yansıtıyor. Bu yüzden, kitapta bahsi geçen bazı bilgilerin ve uygulamaların geçerliliğini yitirmesi, reddedilmesi ve kullanılmaması normal. Artık düşünce ve davranışların, Huxley'nin kurguladığı gibi doğrudan ve istenilen şekilde manipüle edilemediğini biliyoruz. Bu durum, kurgunun gerçekçiliğini zedeliyor. Lakin kitapta, geçerliliği günümüzde ne kabul edilen ne de reddedilen birkaç bilgi ve uygulama da mevcut. Bunların varlığı ise kurguya, geleceğe aitmiş izlenimi veriyor. Hatta bazı yönleriyle, günümüz dünyasını tasvir ettiği bile düşünülebilir. Somanın uyuşturma özelliği ve verdiği zevk ile sosyal medyanın yaptığı bağımlılık ve beyinde neden olduğu dopamin artışı arasında korkutucu derecede bir benzerlik var. Huxley'nin bu güzel yeni dünyasındaki tüketim toplumu ise bizlere ayrı birer uyarı niteliğinde...


Kitabın kurgusu, birçok önemli noktayı başarıyla işliyor. Fakat günümüz teknolojisi dikkate alınarak okunduğunda, yazılanlar insanı biraz şaşırtıyor. Aynı şekilde, olay örgüsü de biraz kafa karıştırıcı gelebilir. Yeni bir kurgusal dünyayı tanımak zaten kendi içinde bazı zorlukları barındırıyor ve Huxley'nin anlatımı bunu pek kolaylaştırmıyor. Olayların farklı karakterlerin bakış açısından gösterilmesi, özellikle de ilk bölümlerde, anlatıma her şey aynı anda olup bitiyormuş gibi bir hava katıyor. Olaylar geliştikçe olay örgüsünü takip etmek kolaylaşsa da, Huxley'nin bu dağınık anlatımını takip etmek beni yordu. Neyse ki Huxley, kurgulanan geleceğin tarihsel olaylarını -kelimenin tam anlamıyla- ders anlatan bir öğretmen edasıyla işliyor; daha ilk bölümden, kurguladığı çağın bilimini ve tarihini okuyucusuna doğrudan anlatıyor. Böylece, kurguladığı geleceği olay örgüsü içinde çözmekten kurtarıyor bizi.

Huxley'nin doğrudan anlatımının sağladığı kolaylık, keşke kurgunun devamında da olsaydı. Anlatımdaki bakış açısının aniden bölünüp değişmesi ve bunun sürekli tekrarlanması, bir yerden sonra beni sıkmaya başladı. Olay örgüsünü takip etmek, ilk sayfalara nazaran kolay olsa da bu anlatım tekniği nedeniyle kitabı elime almam gittikçe zorlaştı. Ortalara doğru düşen temponun ve dağılan konuların da, okuma isteğime katkısının olduğunu pek söyleyemem. Bir grupla birlikte okumanın getirdiği o ufak baskı ve kitabı çoktan bitiren arkadaşlarımın yaptığı konuşmalar sayesinde Cesur Yeni Dünya'ya devam etme gücünü kendimde buldum.


Okuduğum kitabın basımından da kısaca bahsedeyim. Ben, İthaki'nin bu eski baskısını okumuştum. Bendeki Cesur Yeni Dünya'da, 15 sayfalık bir önsöz bulunuyordu. Önsözün birkaç sayfasını okuduktan sonra, ayrıntıya fazlaca girildiğini görmüştüm ve arkadaşımın tavsiyesiyle önsözü, kitabı bitirdikten sonra okumak üzere atlamıştım. Spoiler yemek istemiyorsanız, önsözü okumayı en sona bırakmanızı tavsiye ederim.

Cesur Yeni Dünya, betimlenen boğucu geleceği ve Huxley'nin karışık anlatımıyla okuması çok da kolay olmayan bir eser. Fakat bu, kitabın bir şaheser olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kurguda günümüzden kesitlerin yer alması, kitabın nasıl büyük bir öngörüyle yazıldığını ispatlar nitelikte. Cesur Yeni Dünya'ya başlamadan önce yazıldığı dönem ve Huxley'nin beslendiği kaynaklar hakkında biraz bilgi sahibi olmak, kitaptan alınan zevki katlayacaktır diye düşünüyorum.



Izdırap karşılığında kazanılan şeylerle kıyaslandığında, şu andaki mutluluk çok sefil kalır. Ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık kadar gösterişli değildir. Mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. Günahla mücadelenin, veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne alt üst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur.





post signature
Paylaş:
Devamını Oku
, , , , , , ,

Kitap Alışverişi | 17


Herkese merhaba :) Bir alışveriş yazısıyla daha buradayım :D Geçenlerde ufacık bir sepet oluşturup sipariş verirken, henüz hazırlamadığım alışveriş yazılarımın olduğu aklıma geldi. Ben de, o sipariş gelmeden bunları aradan çıkarmak istedim ve bahsetmeyi unuttuğum bütün alışverişleri bu yazıda topladım.

Eylülde yaptığım alışverişlerden İlknokta alışverişimi hemen paylaşamadım; Sandman'den kaynaklı bir gecikme nedeniyle bu siparişin yazısı ileri bir tarihe kalmıştı. İlknokta dışında, Instagram üzerinden yaptığım bir alışverişi ve sahaflar olarak genelleyeceğim, eski kitap alışverişlerimi de bu yazıya eklemek istedim. Aslında, bu sahaf alışverişlerini ayrı bir yazıda toplayacaktım; fakat İlknokta alışverişimde çok kitap yoktu. Bu yüzden, onları da bu alışveriş yazısına ekleyip ortaya böyle karman çorman bir şey çıkardım :D


İlknokta alışverişiyle başlayalım, o zaman...

İskandinav Mitolojisi'nin ciltli baskısının sınırlı olduğunu duyunca, İlknokta'dan hemen bir sepet oluşturdum. Yanına Mars Yıllıkları'nı ve yeni Sandman'i de attım. Kitapları ön siparişteyken, eylül ortası gibi almıştım. 2 hafta kadar kitapların çıkmasını bekledim. Sandman dışındakilerin temin edildiğini görünce İlknokta'ya mail attım. Sandman'in dağıtımdan kaynaklı bir sorun nedeniyle gecikeceği bilgisi verildi ve ardından tarafıma kısmi gönderim yapıldı. Araya hafta sonunun da girmesiyle, kitaplar 4 gün sonra elime geçti. İskandinav Mitolojisi ve Mars Yıllıkları'nın olduğu paket, kitaplara zarar gelmesin diye balonlu naylonla çok güzel sarılmıştı. Nitekim kitaplarda hiçbir hasar yoktu. Kargo şirketi olarak Yurtiçi'ni kullanmıştım ve onda da bir sorun yaşamadım. Sandman'in gelişi ise ekim ortasını buldu. Neyse ki o kargoda da bir sorun çıkmadı ve kitap hasarsız bir biçimde elime ulaştı.


Sandman'i beklediğim sıralarda, Koray Bey'in buradaki kişisel hesabında Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri'ni sattığını gördüm. Birkaç gün düşündükten sonra, kitabı almaya karar verdim. Kitabın sahaflardaki fiyatını gördükçe, doğru kararı verdiğimi düşünüyorum :) Ödeme kısmında benim dikkatsizliğimden kaynaklı gecikmeler olsa da, sorunsuz bir alışveriş gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Kitabın yanında kazandığım tanışıklık da, aldığım paket kadar değerli benim için ^_^ Kendisine bir de buradan, hem özenle hazırladığı paket için hem de güzel muhabbeti için teşekkür ediyorum :)

Şimdi, gelelim sahaflardan aldıklarıma...

İlkbahardan itibaren, 2-3 ayda bir sahaflara uğrayıp birer ikişer kitap aldım. Bu süre zarfında, Nadir Kitap'tan da ilk alışverişimi gerçekleştirmiş oldum :) Dekavil Sahaf'tan Kerouac'in Yalnız Gezgin'ini alarak Ayrıntı basımlarını sonunda tamamladım. Kargo ödememek için de yanına On Küçük Zenci'yi attım. Alışveriş öncesinde kitapların kondisyonu, basımları vs. ile ilgili mesajıma geri dönüş yaparak ilgilendiler de... Kargo hızlıydı, kitaplar da belirtildiği gibiydi. Kısacası, Nadir'den memnun kaldığım bir alışveriş yapmış oldum.

Elimden geldiğince Tolkien'ın kitaplarının eski basımlarını toplamaya çalışıyorum. Hobbit'in bu 1997 basımını da Nadir'de gördüm. Fakat satıcının İzmir'de olduğunu öğrenince elden satın almanın daha keyifli olacağını düşündüm ^_^ Kitabı Anka Sahaf'tan aldım, ki kendisi kitap fiyatlarını makul düzeyde tutan ender sahaflardan... Galiba Anka'yı nisan ortası gibi ziyaret etmiştim; Nadir'den ilk alışverişimi gerçekleştirdikten birkaç hafta sonraydı. Anka Sahaf'ı da Nadir Kitap'ta görmüştüm, adresine internetten ulaşıp gitmiştim. Sahafı bulmak başta çok zor gelmişti bana; ilk gidişimde bir saat boyunca sahafın yerini aramıştım. Etraftaki esnafa sora sora buldum orasını :D Daha sonraki gidişlerimde yerini bulmak kolaylaştı :)

Şehir ve Yıldızlar'ı yaz ortasında almıştım. Bir arkadaşım sahaftan kitap alacağını söyleyince, ben de ona katılmak istedim ^_^ Sahafın Nadir'deki hesabına bakıp ilgimi çeken kitaplarını incelemiştim. Yanlış hatırlamıyorsam, gittiğimiz sahaf Pia Kitabevi'ydi. Alsancak Gar'dan Kıbrıs Şehitleri'ne doğru ilerlemiştik, o aralarda bir yerdeydi. Şimdi gitsem bulamam sanırım ve o taraflarda bayağı bir sahaf varmış diye duydum; umarım sahafın adını doğru hatırlıyorumdur :D Sahaftaki atmosfer çok güzeldi ve sahibi de ilgili biriydi. Kitapları bizzat aldığımız için, ikimizden de 5 liralık kargo ücretini fiyattan düşürmüştü. Sahafta o sıralarda ilgimi çeken başka bir kitap yoktu; fakat burasını da listeme ekledim, arada bir hesabına bakıp yeni gelenleri inceleyeceğim ^_^

Önceki alışveriş yazımda, arkadaşlarla kendi aramızda yaptığımız anlaşmadan dolayı kitap almayacağım demiştim ama... Birkaç güne bir başka alışveriş yazısı gelecek :D Ben de o zamana kadar, okuyabildiğim kadar sayfa okumaya çalışayım da yeni kitapları hak edeyim ^_^

post signature
Paylaş:
Devamını Oku